AMERİKA’NIN YÜKSELİŞİ VE ÇÖKÜŞÜ
Amerika Birleşik Devletleri, 16. Yüzyılda Avrupalı kolonilerin Güney Amerika’yı sömürmek için kıtaya gelmesi ile başlamış bir devlettir. Bu kolonyal güçlerden birisi olan Britanya, 1733 yılında kıtada 13 tane koloni istihdam etmeyi başarmıştı. Bölgede yaşayan yerleşimcilerin ağırlıklı olarak evlerini terk edip bölgeye intikal eden İngiliz göçmenler olduğunu bu sebeple söyleyebiliriz.
1760’larda, İngilizler ağır vergiler ve baskıcı kanunlar çıkarmak sureti ile koloniler üzerinde baskı kurmaya başladılar. Bu durum imparatorluğun batılılar arasındaki popülerliğini kaybetmesine neden oldu. Diğer koloniler, bu baskıların kendi haklarına karşı gerçekleştirilmiş bir tecavüz olduğunu savunmaya başladılar. Amerika’nın kurucularından olan George Mason şöyle söylüyor; “Biz İngilizlerin imtiyazlarından ve özgürlüklerinden başka hiçbir şeyi talep etmedik. Tıpkı Büyük Britanya’daykenki kardeşlerimiz için talep ettiğimiz gibi.”
1770’lerin başlarında, İngilizlerin hakları için mücadele edenler, İngilizlerin bu ağır kanunları karşısında bir çok protestocu grup bulmaya başladılar. Boston Tea Party grubu bunlardan bir tanesidir. (Boston Çay Partisi (İngilizce: Boston Tea Party), Amerika’daki kolonistlerin Büyük Britanya’dan gelen yüksek vergili çayı ve Büyük Britanya’yı protesto etmek için 16 Aralık 1773’te Boston Limanı’nda İngiliz gemilerindeki tonlarca çayı kızılderili kılığına girerek denize dökme eylemidir.) Bu duruma isyan eden diğer koloniler, kendi bağımsızlıklarını ilan edip kendilerini temsilen politik kararlar alacak bir kongreyi ikame etmek için pratik adımlar atmaya giriştiler. 1775 yılında ise Britanya İmparatorluğu ve diğer koloniler arasında bir savaş patlak verdi. 1776 kongresinde ise bağımsızlıklarını ilan ettiler ve İngiliz monarşisini reddettiklerini bildirip ayrı bir millet oldular. İşte böylece Amerika Birleşik Devletleri, kendilerini İngilizlerden ayrı olarak “Amerikalı” diye tanıtan diğer kolonicilerin kurduğu bir devlet olarak tarih sahnesinde yerini almış oldu.
Amerika’nın “Dünya’nın Süper Gücü” Olarak Ortaya Çıkışı…
Birleşik Devletler, bağımsızlığını ilan etmeyi başardıktan sonra, topraklarını genişletmek ve bölgede kalıcı olmak için yürüttükleri politikalarında, Daha önce İngilizlerin kendilerine uyguladıkları baskıcı politikaları aratacak nitelikte kanunlar uygulamaya başladılar. Amaçlarını gerçekleştirmek ve batı yönüne doğru topraklarını genişletebilmek için, Amerikan Yerlilerine yönelik inanılmaz soykırımlar ve katliamlar gerçekleştirdiler. Bağımsızlık bildirgelerinde geçen en önemli cümle olan “Her insan eşit olarak yaratılmıştır.” Sözündeki “insan” kelimesi, anlaşılan o ki sadece “beyaz”ları temsil etmekteydi. 1830 yılında çıkarılan “Kızılderili Tehcir Yasası” ile bölgede yaşayan yerliler, kendi topraklarından çıkarıldılar. Böylece Birleşik Devletlerin bayrağı, daha fazla toprak parçası üzerinde dalgalanmaya başlamış oldu.
Bununla birlikte artan çiftlik alanlarında çalıştırılmak üzere istihdam edilmesi lazım gelen köle ihtiyacı da artmış oldu. Birleşik Devletler genelinde 1790 yılında 700,000 olan köle sayısı. 1860 yılında tam 4,000,000’a yükselmişti. Bu baskıcı yönetim ve sömürü düzeni, Birleşik Devletlerin ekonomisini büyütmesine ve 1870 yılında da dünyanın en büyük ekonomisi olmasına sebebiyet vermiştir. Sonrasında gerçekleşen Amerikan – İspanya savaşları ve hem 1. hem de 2. Dünya Savaşında oynadığı rol, aynı zamanda Birleşik Devletlerin büyük bir askeri güç haline geldiğini de bizlere gösterdi.
Nazi Almanyasının 2. Dünya Savaşında yenilmesinin ardından, dünya çift kutuplu bir sistemin içine doğru sürüklendi. Dünyadaki tüm uluslar, bu iki kamptan birisini seçmek zorunda bırakıldı. Amerika ve Sovyetler Blrliği…
Bu iki süper güç arasındaki ilişki bir yandan ekonomik ve askeri rekabet ortamıyla körüklenirken, diğer yandan da politik fikir ayrılıklarıyla yerleşik bir hale getirildi. Böylece onlar kendi nükleer kapasiteleri artıracak bir fırsatla yüz yüze geldiler. Netice ise yıkım doğuran bir savaş ortamından ziyade, mücadele dolaylı yoldan idare edilen stratejik bir müdahaleye dönüştü. Zayıf devletler ise, kendilerini talihsiz bir şekilde (dahil olmak istemeseler dahi) bu iki cepheden birisinde buldu. Batılı savaş tarihçileri tarafından “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan bu durum, aslında savaş değil, sadece “soğuk” isminin hakkını vermiştir. Sovyetler Birliği’ne gelince, onlar mücahidlerin ellerinde yenilgiyi tattıktan 2 yıl sonra dağılıp gitmiş ve bir çok farklı ülkeye ayrılmıştır. Bunun ardından da Amerika, aniden kendisini dünyanın tek kutuplu lideri olarak buldu. Bütün dünyayı da, yeni elde ettiği bu hegamonik tek kutuplu gücü tanıması için mecbur bıraktı… Böylece bir zafer sarhoşluğuna tutuldu. Bir Neo-Muhafazakar yazar olan Francis Fukuyama, “Tarihin sonu ve son insan” isimli kitabında şöyle söylüyor; “Şahit olduğumuz şey, sadece soğuk savaşın sona ermiş olması değildir. Ya da postmodern savaşın parçaları arasında bir geçiş de değildir. Şahit olduğumuz, bir tarihin yok oluşudur. Burada bizler insan yapımı ideolojilerin evrilebileceği son noktayı ve batı dünyasının libarelleşen demokrasisinin nasıl universal bir hal aldığını görüyoruz. “
Amerikan İmparatorluğu, kendi hakimiyetini ve dış politikasını yalan ve aldatıcı bir propogandanın pelerini ardına saklanarak yapmaktadır. Bunun için Amerikan demokrasisi adı altında kullandıkları “insan hakları”, “özgürlük” ve “adalet” gibi kavramlarla kendilerini şirin göstermeye çalışmaktadırlar. Lakin dış dünya için savundukları bu argümanları, kendi iç bünyelerinde dahi tatbik etmekten uzaktadırlar. Amerika 1945 yılı ile 2000 yılları arasında 40’dan fazla hükümeti devirmiştir. Baskıcı rejimlere karşı ayaklanmak amacıyla başlatılmış 30’dan fazla demokratik hareketi “ezmiş”tir. Milyonlarca insanı öldürmüş ve nice milyonları da esir etmiş nicelerini de ızdırap ve umutsuzluk dolu bir hayata sürüklemiştir.
George Bush, Birleşik Devletlerin hegomonik stratejisini tanımlarken dahi bu açık yalanı söylemekten çekinmemiştir; “Dünya öncelikle 2 büyük kutba bölünmüştü. Lakin şu an tek bir ruh ve üstün bir güç var : “Amerika Birleşik Devletleri”… Bunu korkusuzca söylüyoruz ki dünya bizim sahip olduğumuz güce güveniyor ve bu güveninde de haklı… Onlar bize güvenmekle hoşgörünün tarafında olduklarını biliyorlar. Onlar neyin doğru olduğunu görmek için bize güven duyuyorlar.”
Hakikatte “doğru” kelimesi, farklı insanlar için farklı anlamlar ihtiva edebilir. Lakin Bush yönetimi ile başlayan ve ardından devam eden Amerikan yönetimi kendisine yıkım, katliam ve korku verme unsurlarını düstur edinmştir. İsrail’e olan desteğini artırarak sürdürmüş ve bunun neticesi olarak İslam Dünyasındaki diktatörlerin iyice kökleşmesi için mücadele vermiştir. Kısa sürede verilen kararlarla başlattığı savaşlarda kullandığı kimyasallarla nice dezenformasyon etkili doğumlara sebep olmuştur. Hatta bu durumdan kendi askerlerini dahi koruyamaz hale gelmişlerdir. ( Amerikalılar, kendi çıkarlarını korumak için canlarını veren askerlerinin dahi haklarını koruyacak etik savaş kurallarından yoksunken Müslümanların hangi hakkını savunabilirler ki? )..
Irak ambargosu ve devamında gelen işgal, 1 milyon Irak’lının hayatına mal oldu. Askeri güçler, Müslümanlar tarafından kutsal olarak sayılan Arap Yarımadasına çıkarıldı ki bu bölge bizim için kafirlerin ayak basmalarının yasak olduğu bir yerdir. Bunun ardından da savaş esirlerine yapılan cinsel istismarlar, tecavüzler ve nice işkenceler geldi…
Amerikalıların Müslüman Dünyasını İşgal Etmesi…
Avrupalı sömürgeciler, Müslümanların beldelerine 19. Yüzyılda musallat oldular. 20. Yüzyılın başlarında da Osmanlı hilafetini yıktılar. Böylece İslam Dünyası bir çok küçük devletlere bölündü ve sömürgeciler de 1916 yılındaki Sykes-Picot anlaşması üzerinden ülkelerimizi sömürmeye başladılar. Bu durum İslam Dünyasında 2. Dünya Savaşının sonuna kadar devam etti. Bunun ardından Birleşik Devletler ve USSR sömürdükleri bölgelere bağımsızlık vermeye karar verdiler. Böylece sömürgeciler, İslam Dünyasında yeni bir sömürge düzeni meydana getirerek maddi (petrol vs.) kazanç sistemi üzerine kurulu bir sistem kurdular. Müslümanların müttefiki olan ülkeler de iki süper güç şeklinde kutuplaşan dünyada bir taraf seçmek zorunda kalırken, İslam ülkeleri de doğrudan sömürge güçleri tarafından yönetilir bir hale geldiler. Böylece de her bir ülke dolaylı yollardan 2 süper gücün hizmetine girmiş oldu. Üstelik tüm bunlara rağmen Müslümanlar bir kazanç elde ettiklerini zannederek bağımsızlıklarını ilan ettikleri günleri bayram olarak kutlamaya başladılar. Kurulan uluslararası şirketlerle beldelerimize gelip zenginliklerimizi sömürmeye ve böylece de halklarımızı içinden çıkılması zor güçlüklere ve zor şartlara maruz kaldılar. Amerikan pazarının yaygınlaşabilmesi için, insanlarımızı bir köle olarak kullandılar. Böylece ülkelerimizin kendi geçimleri için üretmesi gereken tüm zenginlikleri sömürerek kendi ülkelerine taşıdılar. Amerika genel manada en fazla Suudi Arabistan, Türkiye, İran (1979 devriminden önce) ve Pakistan’da yerleşti ve bu ülkelerin halklarına nice eziyetler çektirdi.
Bu Neo-Sömürü düzenine ek olarak, Amerikan Devleti İsrail’e elinden gelen bütün desteği 1967’den beri aralıksız olarak vermektedir. Meşhur 6 gün savaşlarında İsrail Devleti, Cemal Abdunnasır’ın ordusunu yerle bir etmiştir. Ki bu ordu Sovyetler Birliği ile mütttefik olduğu için ABD tarafından tehdit olarak görülmekteydi. Amerika’nın en birinci önceliği, Orta Doğu’da İsrail devletinin güçlendiğini görmektir. Bu uğurda düzenli olarak İsrail Devletine milyarlarca dolarlık askeri yardımlar yapmaktadır.
İsrail ise Mescid-i Aksa’nın da içinde bulunduğu toprakları işgal ettikten sonra, Filistinliler üzerine uyguladıkları akıl almaz baskı politikasını sürdürmektedir. Bir çok Filistin’li Müslümanın, Ürdün, Lübnan ve Suriye gibi komşu ülkelere göç etmelerine sebep olmuştur. Böylece Gazze ve Batı Şeria, tamamiyle bir açık hava hapishanesine döndürülmüştür. İsrail’in işlediği suçlar sayısızdır. Onlar bir yandan masumları öldürürken diğer yandan insanları canlı kalkan olarak kullanmaktadırlar. İnsanları kaçırarak onlara işkence yapmakta, evleri yıkmakta, yaralıları taşıyan ambulansları durdurmakta ve insanların özgürlüklerini kısıtlayan sokağa çıkma yasakları ilan etmektedirler.
İsrail’in bu yaptıkları sadece Gazze ve Batı Şeria ile kısıtlı değildir. Onlar topraklarını Siyonist sınırlara kadar genişleterek Lübnan, Mısır, Ürdün ve Suriye’yi de içine alan büyük İsrail Devletini kurmak için çabalamaktadırlar. Bu sebeplerle bir çok defa Güney Lübnan’ı, Golan tepelerini ( ki hala işgal altındadır), ve Sina Yarımadasını işgal etmişlerdir. Burada insanlık tarihinin en acımasız katliamlarından birisi olan Sabra ve Şatila katliamlarını gerçekleştirmişler ve mülteci kamplarında yaşam mücadelesi veren 2000 tane Filistinliyi, kadın ve çocukları dahi ayırmadan acımasızca katletmişlerdir.
1991 yılında Sovyetler Birliğinin çökmesiyle, ABD kendisini yeryüzünün tek büyük gücü olarak görmeye başladı. Bunun ardından ise Saddam Hüseyn’in Kuvyet’i işgali geldi. Bu fırsat, Amerikalıların tüm dünyaya patronun kim olduğu göstermesi için ele geçen çok güzel bir fırsattı. Gün, Irak işgali için gelip çattığında ise Amerika, sayıları yüzbinleri bulan kadın ve çocuğu katletti. Sivil yerleşim alanlarını, elektrik istasyonlarını, rafinerileri, telekominikasyon şebekelerini, köprüleri, yolları tamamen yok etti. Çok sayıda Irak’lı çocuk, Amerika’nın savaş sırasında kullandığı kimyasallar sebebiyle sakat doğdular. Kendilerine esir almaları yasaklanan Amerikan askerleri, çok sayıda Iraklıyı soru dahi sormadan katletti. Irak halkının başına gelen bu felaketler, Körfez savaşının sona ermesiyle de bitmedi. Devreye Birleşmiş Milletler girdi ve Irak’a ambargo uygulanması kararı alındı. Ambargoyla beraber gelen askeri işgalde ise 1,5 milyon Iraklı çocuk katledildi. Lakin katledilen çocukların bu sayısı, batılı işgalci güçlerin pek de umurlarında değildi. Birleşik Devletlerin BM temsilcisi olan Madeleine Albright, kendisine sorulan : “Irak işgalinde yarım milyon çocuk öldü. Bu sayı Hiroşima’da meydana gelen ölümlerden dahi fazla. Sizce tüm bunlara değdi mi?” şeklindeki soruya ; “Biz değdiğini düşünüyoruz.” Cevabını vermiştir.
Sovyetler yıkıldığından bu yana kendisini süper güç olarak lanse eden bu devlet, bizlere gerçek terörün ne olduğunu gösterdi. İslam ülkelerinin başlarında olan yöneticilerin tamamını kendisine bağladı. Bunların bir çoğu daha önce Sovyetlerin güdümünde olmasına rağmen, kıvrak bir U dönüşü ile saflarını değiştirip Amerika’nın tarafına geçtiler. Günümüzde İslam ülkelerinin maruz kaldığı saldırgan rejimlerin tamamı aslında Amerika’nın hizmetine sunulmuş yönetimlerdir. Diğer bir yandan baktığımızda, işlenen bu suçların ve cürümlerin neticesinde meydana gelen Anti-Amerikancılık fikirleri, Müslüman halkların içinde bir isyan iklimi meydana gelmesine sebep olmuştur.
Cihad Amerika’da Başlar…
Hilafetin ilgasının ardından, bu merciinin geri dönmesi için mücadele eden herkes, İslam ülkelerinin başlarında onları demir bir yumrukla yöneten diktatör yönetimlerin hedefine oturmuştur. Bu baskıcı rejimlerin ardındaki güç ise bellidir; “Amerika ve müttefikleri”… 1990’lı yıllara gelindiğinde ise artık mücahidler şunu iyice anladılar ; Hilafetin geri gelmesi, ancak ve ancak Amerika’nın yok olması ve buna mukabil elini Müslümanların üzerinden geri çekmesi ile mümkün olacaktır.
Bu teorik kararın ardından mücahidler, dünyanın çeşitli bölgelerinde ABD menfaatlerine zarar verecek operasyonlar planlamaya koyuldular. Bu operasyonların en önemlilerinden birisi 1993’deki Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan bombalı saldırıdır. Bunun ardından 1998’de Amerika’nın Nairobi ve Daru’s Selam büyükelçiliklerine yapılan saldırılar geldi. 2000 yılında ise Yemen Limanında demirlemiş olan USS Cole askeri donanma gemisine yönelik bir bombalı saldırı gerçekleştirildi.
1998 yılında Şeyh Usame bin Laden (r.a.) ve Eymen El-Zevahiri (hfz) Amerika’ya karşı savaşmanın her Müslüman için farz-ı ayn olduğunu beyan eden bir fetva yayınladılar. “Amerikalılara ve onların –sivil ya da askeri- müttefiklerine, Mescid-i Aksa’nın, Mekke’nin özgürleşmesi ve İslam topraklarından ordularını çekmeleri için elinizden gelen tüm imkanlarla karşı koymanız, her Müslüman üzerine bireysel bir görevdir. Taa ki her Müslüman üzerinden bu tehdit kalkıncaya kadar. Allah şöyle buyurdu; “…müşriklere karşı topluca savaşın, tıpkı onların topluca sizinle savaştıkları gibi…” ve “ Fitne yok oluncaya ve din yalnızca Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaşın.”
Tüm bu gelişmelerin ardından da, Allah’ın c.c. 19 askeri 11 Eylül 2001 tarihinde tüm dünyanın gözleri önünde Amerika’nın imajını yerle bir eden dillere destan bir operasyona imza attılar. Amerikalılar, evlerinde güven içerisinde bir hayat sürdüklerini düşünürken başlarına gelen bu saldırının acı veren tadını almışlardı. Bu saldırı ile mücahidler Dünya Ticaret Merkezi, Pentagon ve Beyaz Saray’ı (Beyaz Sarayı vurmak için hareket eden uçak hedefine ulaşamamıştır) hedef alan bu saldırılarda Amerika’nın ekonomik, askeri ve politik hegamonyasına saldırmışlardı. Artık Amerika, bu saldırıların intikamı için dış politkasını çok daha saldırgan bir hale getirmiş, kendisine hedef seçtiği Afganistan’ı, Taliban ve El-Kaide’yi yok etmek sloganıyla işgal etmeye karar vermişti.
Böylece Amerika Afganistan’ı işgal etti ve mücahidler, dağlara çekilerek mücadelelerini sürdürmeye devam ettiler. Amerikalılar taktiksel olarak düştükleri büyük bir hata ile, savaşı kazanacaklarını düşünmeye başladılar ve bu düşüncelerle de 2003 yılının Mart ayında, hem petrolü gasp etmek, hem de İslam dünyasının tam kalbinde bir müttefik ve askeri üs daha edinmek amacıyla Irak’a savaş ilan ettiler. Saddam Hüseyin rejimi, doğru düzgün bir direnişin esamesini dahi göstermeden işgalcilere yenilip teslim oldular. Mayıs ayının ilk günü, “Görev Tamamlandı” yazılı bir pankartın önünde konuşan George Bush, “ABD ve müttefikleri Irak’taki savaşı kazanmıştır” şeklinde bir açıklama yaptı. İşte bundan sonra sahneye bu ümmetin cesur çocukları çıktılar ve Irak’ı haçlı işgalcilerden kurtarmak için mücadeleye başladılar. Aylar geçmeden Amerikan askerleri, mücahidlerin ayaklarının altında ezilip yok olmaya başladılar. Çıkarlarına darbe vuruldu, araçları patlatıldı, askeri üsleri ardı ardına yok edildi. Aynı anda Afganistan’daki savaşta da mücahidler Amerika’ya karşı saldırılarını artırdılar. Taliban tam da bu dönemde Amerikalılara karşı saldırıların artırılması kararını aldı. Yıl 2006’ya geldiğinde ahmakça Afganistan savaşını kazandığını düşünen Amerika, önce İngilizlerin, sonra da Sovyetlerin düştüğü durumdan daha beterine çoktan düşmüş durumdaydı.
Amerika’nın Düşüşü
Bugün geldiğimiz şu durumda, artık Amerika’nın kılını kımıldatacak durumu kalmamıştır. Mücahidler şimdiye dek, Amerika’nın dünyanın tek lideri olduğu düşüncesini artık silip yok ettiler. Zira Amerika, Afganistan ve Irak işgalleriyle, genelde tüm dünyayı, özelde ise İslam Ülkelerini yıldırmak istemişti. Hem teknolojik hem de askeri olarak bir çok taktiklerle ön plana çıkarak çok kısa süreler içerisinde bir çok ülkede hükümetler deviren, gücünü kullanarak tüm dünya ülkelerine diz çöktüren Amerika, artık elindeki toprak parçalarını dahi mücahidlerin saldırılarından koruyamaz bir hale gelmişti.
Amerika için Afganistan ve Irak macerası, baştan sonra bir hayal kırıklığı olarak tarihe geçmiştir. Attıkları her adımda, hiç beklemedikleri yerlerden mücahidlerin darbelerine maruz kalan ABD, birkaç yıl önce pılını pırtını toplayarak Irak’tan kaçıp gitti. Bu yıl ise bu kaçış Afganistan’dan olacak. Zira Amerika’nın Afganistan’daki çıkarları, El-Kaide ve Taliban mücahidleri tarafından yerle bir edilmiştir. Zira El-Kaide cemaati, 2001’den bu yana yayıldığı tüm dünyada sadece bir cemaat olarak değil, bir menhec, bir metot olarak ta var olmayı sürdürmektedir. Taliban ise, tüm dünyaya Amerika’nın aslında kendilerinden korkulmaya değmeyecek bir ülke olduğunu, ve sabırlı bir gerilla hareketiyle dahi yok edilebileceğini ispatlamış oldu. Afganistan topraklarının çoğunluğu artık Taliban’ın yönetimi altında. Bundan sonraki süreç artık sadece bir zaman meselesi. ABD istibaratı, hazırladığı raporlarda da 2017 yılı içerisinde Afganistan’ın tamamiyle Taliban kontrolüne gireceğini bildiriyorlar
.
Amerikan halkı, yıllardır hükümetlerinin umutsuzca verdiği saçma kararlarla atıldığı maceralardan yorulmuş bir durumda. Amerikalı aileler, evlatlarını hükümetin emperyalist çıkarlar için yapılan savaşlarına göndermek istemiyorlar. Afganistan ve Irak’ta binlerce Amerikan askeri ölürken, onbinlercesi ise yaralı olarak ülkesine geri döndü. Emekli askerler ise, masum sivillere karşı işlenen akıl almaz suçlardan oluşan bir hatıra topluluğu ile hayatlarının sonuna kadar vicdanlarının kendilerine vereceği işkenceye katlanmak zorundalar. Ekonomik olaraksa Amerika tam bir çıkmazın içerisinde. İslam ümmetine karşı başlatılan savaşın bedeli trilyon dolarları aşmış durumda. Bu savaşlar Amerika’nın borçlarının 16 Trilyon doları geçirmiş durumda. Global Finansal krizler, tüm geri kalan ülkelerden ziyade Amerika’yı etkisi altına almaktadır. Bu krizler neticesinde zenginler ve fakirler arasındaki mesafe iyiden iyiye artmakta ve orta seviyedekilerin sayısı giderek azalmaktadır. Zenginler aşırı bir refah içerisinde sefa sürerken, fakirler ise bir o kadar sefalet içinde yaşamaktadırlar.
Amerika her daim kendisini demokrasinin muhafızı ve insan haklarının koruyucusu olarak lanse eder. Buna rağmen “Terörle Savaş” adıyla başlattıkları bu mücadeleleri boyunca, kendi koydukları bu insan hakları sınırlarını defalarca ihlal ettiklerine bütün dünya şahit olmuştur. Bütün dünya, Ebu Gureyb hapishanesinde yapılan “Geliştirilmiş Sorgu Teknikleri” adı altındaki akıl almaz işkencelere şahitlik etti. Müslümanların atıldığı gizli hapishanelerde yapılanlar da cabası. Guantanamo hapishanesindeki çocuk mahkumlar, Irak ve Afganistan’da katledilen milyonlarca sivil… Bütün dünya, Amerika’nın kendisine biçtiği “iyiliğin bekçisi” rolünün ne kadar yalan olduğunu, hakikatte onların insan haklarını yerle bir eden bir ülke olduklarını anladı…
Bu gerçeklerin neticesi olarak Amerika için, Irak ve Afganistan hezimetleri gelmiş oldu. Böylece her iki bölgedeki askeri varlıklarını azaltmaya ve bundan sonra da aynı şekilde uzun sürecek bir savaşa katılmayacaklarını açıklamaya başladılar. ABD Savunma Bakanlığı sekreteri Chuck Hagel, Amerikan ordusunun bundan böyle 1940lı yıllardaki barış dönemindeki en küçük haline geri çekileceğini söyledi : “… Irak ve Afganistan’daki durumdan sonra askeri olarak uzun soluklu bir savaşa girebilecek durumumuzu yitirdik.” Böylece Amerika, savaş planlarını tekrar gözden geçirmeye başladı. Askerlerini cepheye sürme fikrinden vazgeçip yeni metodların arayışına girdi. Pakistan, Afganistan, Yemen ve Somali’de kullanılan Drone uçakları da bu metodlardan birisidir.
Gerçekte ise Amerika, Irak başta olmak üzere savaşması için kiralık askerler kullanmaktadır. Müslümanlarla yaptığı savaşlarda 100.000 tane paralı asker kiralamış ve bu askerleri İslam Ülkelerine sürmüştür. Somali’de ise, mücahidlere karşı savaşması için komşu ülkelerin askerlerini kiralamış, kendisi ancak drone saldırılarıyla geriden destek vermiştir.
Amerika’nın kaybettiği askeri, etik ve ekonomik üstünlük, devamında siyasi zayıflamayı getirdi. Uluslar artık Amerika’nın emirlerine kayıtsız şartsız itaat etmek yerine gayet rahat bir şekilde artık kendi düşünce sistemlerine göre hareket edebiliyorlar. Amerika’nın tek güç olarak zayıflaması, kendi bölgelerinde farklı ve çok sayıda gücün ortaya çıkmasına sebep oldu. Güney Doğu Asya’da Çin, Orta Doğu’da Türkiye ve İran devletleri, Orta Asya ve Doğu Avrupa’da ise Rusya belirleyici güç olmaya doğru giderken, İslam Dünyasında da mücahidler artık belirleyici bir rol oynamaya başladılar. Mücahidlerin artık belirleyici rol oynadıklarının en temel delilleri arasında Taliban ile başlatılması için büyük çaba harcanan barış görüşmelerini ve Pakistan Taliban’ı ile yapılmak istenen görüşmeler gösterilebilir. Mücahidler ayrıca bölgesel stratejilerde de büyük rol oynamaya başladılar. Buna göre İran’ın Suriye’deki hakimiyetini zayıflatabilmek için Suudi Arabistan devleti kendi vatandaşlarından Suriye’ye gitmek isteyenlere izin vermektedir. Bunun gibi bir çok ülke de mücahidlerin mücadelelerinin aslında kendi çıkarlarına olduğunun farkına vardılar. Zafer ise hak yolda olanların olacaktır inşallah!
“Böylece her şehirde o şehrin günahkarlarının büyüklerini, orada hilekarlık yapsınlar diye, işbaşında bulundurmaktayız. Oysa onlar, hilekarlığı başkalarına değil, kendilerine yapıyorlar da farkına varamıyorlar.” Enam Suresi / 123. Ayet
Bu gelişmelerin tamamı İslam Ümmeti için olumlu gelişmelerdir. Bu gelişmelerin bizlerin hak yolda, hilafet yolunda olduğumuzu ispatlayan gelişmelerdir. O hilafet ki bütün İslam Ümmetinin gasp edilmiş haklarını müdafaa edecektir. Bunun anlamı tabii ki artık bu işin sona erdiği değildir. Amerika şu anda hala dünyanın en güçlü ülkesi konumundadır. Müslümanlar ise ABD’yi hedef alan siyasetlerini hala daha sürdürmelidirler. Bütün mücahidler başta Amerika olmak üzere Batılı ülkelerin çıkarlarını dünyanın her yanında hedef almalıdırlar. Bizlerin en önemli hedefi ekonomik hedeflerdir. Onları ekonomik olarak zora sokacak noktalar hedef alınmalıdır. Böylece Müslüman ülkelerde gerçekleştirdiklerini tekrar tekrar gözden geçirmek zorunda kalmalıdırlar. Belirli bölgelerde yapılan hamleler, Amerika’nın hamle yapılan bölgede yaptığı masrafları artırmasına sebep olacaktır. Örneğin Aden Limanındaki petrollere yapılacak bir saldırıda, Amerika sadece Aden Limanında değil, Yemen’in tamamındaki çıkarlarını muhafaza etmek ve bölgeyi korumaya almak için oradaki güçlerini artıracaktır. Mücahidler bu taktiği devam ettirdiği sürece, Amerika dünyanın her yerindeki petrol kuyularının güvenliğini artırmak isteyecektir. Bunların tamamı büyük masraflara kabildir. Bu da Amerikanın tükenmesi demektir.
Netice
Şüphesiz ki dünya değişmektedir. Amerika’nın bu zamana kadar uyguladığı gibi kendinden zayıf olan ülkelere güç kullanarak hükmetme politikası artık bitiyor. Artık bu ülkelerin halkları, kendilerini bu zulümden koruyabilmek için ayaklanmaya başladılar. Afganistan ve Irak tecrübelerinin ardından ise Amerika, sonunun Sovyetler Birliğinin sonuna benzeyeceğinin farkına varmaya başladı. Amerika’ya karşı yürütülen saldırı stratejimiz, bu ülke gözle görülür bir şekilde, İslam Ülkelerindeki tağutlara destek verecek bir zerre gücü kalmayıncaya kadar devam etmelidir. Ümmeti-i Muhammedin zaferi ufukta görünüyor artık! Yapmamız gereken ayaklarımızı cihad üzere sabit kılmak ve hilafeti tekrar ikame etmek ve örnek toplumu oluşturmak için var gücümüzle çalışmaktır.
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah’a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler de var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır.” Ali İmran Suresi / 110. Ayet
Yazan : Ebu Seleme El-Muhacir
Tercüme : Murad Gündoğan