1905 yılı… Paris, dünya medeniyetinin başkenti olarak anılırken, şehrin göbeğinde utanç verici bir uygulama sergileniyordu: İnsan hayvanat bahçeleri. Evet, hayvan değil, insan! Afrika’dan, Orta Asya’dan, Filipinler’den, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan getirilen kadınlar, erkekler ve çocuklar; çoluk çocuk, çıplak halde kafeslerde sergileniyordu.
Medeni giysiler giydirilmemişti, çünkü bu “ilkel” olarak etiketlenen insanların, Avrupalı gözünde medeniyetle bir ilgisi yoktu. Onur kırıcı koşullarda, adeta bir hayvan gibi kafeslerde tutuluyor, sadece izlenmekle kalmıyor; üzerlerinde deneyler ve gözlemler de yapılıyordu.
Dönemin sözde bilim insanları, bu insanları şöyle tanımlıyordu:
“İnsana benziyorlar ama insan değiller. Vahşi, duygusuz, saldırgan varlıklar.”
Bu sözler sadece bilim dışı değil, aynı zamanda ırkçılığın ve insanlık dışılığın belgeleridir.
Fransız antropolojisinin bu karanlık sayfası, emperyalizmin, kibirin ve üstünlük kompleksinin bir yansımasıydı. Beyaz olmayan herkes, ya egzotik bir nesneydi ya da laboratuvar deneği. Bu aşağılayıcı sergiler, yalnızca bilimsel kisve altında birer ırkçılık gösterisiydi.
Bugün, 21. yüzyılda hâlâ birçok yara kapanmadı. O insanların torunları, o utancın izlerini taşıyor. Paris’in ışıkları altında gölgede bırakılan bu karanlık geçmiş, insanlığın asla unutulmaması gereken utançlarından biri olarak hatırlanmalı.
Kaynak: Mira Haber