Allah’a hamd Rasulüne salat ve selam olsun.
Hak ile batılın içiçe girdiği bir dönemdeyiz. İnsanlar Hakkı savunmak İslam’a yardımcı olmak İslam dışı yollar ve metodlara başvurur oldular. Daha düne kadar şirk olan şeyler bugün muvahhid diye tabir ettiğimiz hocaların ağzından ihtilaflı diye çıkmaya başladı.
Biz bunu ahir zamana yoruyoruz. Evet bu Pazar bir oylama gerçekleşecek. İnsanlar birini seçecek. O biri sizin verdiğiniz yetkilerle bir şeyler yapacak acaba siz bundan sorumlu musunuz? Yoksa diğerleri mi gelsin başa?
Müslümanlar iki arada bir derede kalmışlar maalesef. Tevhid’den ödün verince en kıyak hocaları bile… Ne yapılacağı bilinmez haldeler… Müslümanların maslahatına uygun saydıkları kişileri destekleme taraftarı hepsi… Rasulullah s.a.v’in Necaşi’ye karşı çıkan adamın durumunu öğrenmeye Zeyd’i yollamasını destek sayıyorlar. Halbuki Rasulullah askeri gücü olmasına rağmen açıkça bir destek görmedi. Yaptığı haberleri öğrenmek babında olan şeyi bugün insanlar demokrasiye tam destek olarak tevile yelteniyorlar.
Rumlar ile Persler arasındaki savaşa da en azından Rumlar kitap ehliydi diye kayıptan üzüntü duymasını demokrasi2ye sahip çıkalım diye tevil ediyorlar. Rasulullah2ı taraftar olarak addetmeye kalkıyorlar ki bu olayların hiçbirine Rasulullah s.a.v tarafgirlik ya da yardım sergilememiştir.
Peki nedir demokrasi?
Yıllar önce bir sitede okuduğum ve kaydettiğim güzel bir yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Umarım bu yazı bendeki etkisini sizde de gösterir. Neye ortak olup olmadığımızı da iyi anlamış oluruz:
Allah ve İslam’a düşman olan Amerike ve Avrupa devletleri; Arap ülkelerinde ve bir zamanlar İslam diyarı olan diğer ülkelerde İslam’ın tekrar hakim olmaması için uydurdukları dikta, krallık ve baskı rejimlerinin faydasız ve halkı patlama noktasına getiren rejimler olduğunu görmeleri sonucunda bu rejimlerden daha yumuşak olan ve demokratik sistem denilen bir rejim ortaya çıkarttılar.
Bu sistemin özü şudur:Halk değişik görüşlere ve partilere mensup temsilcilerden dilediğini serbestçe seçer ve bu seçilen temsilcilere milletvekili denir.
Bu milletvekilleri bir mecliste toplanır ve o mecliste hangi parti yeteri kadar fazlalıkta milletvekili çıkartmışsa o parti devleti idare eder.
Diğer partilere mensup milletvekilleri ise hükümetin muhalefet gurubunu oluşturur.
Bu ülkede bütün kanunlar bu meclis tarafından çıkarılır. İnsanlarla ilgili bir kanun çıkarılmak istendiğinde, kanunun çıkmasını isteyen milletvekillerinin sayısı, belirlenmiş olan bir oranı aşarsa artık o hüküm kanunlaşır.
Bundan sonra gerek milletvekilleri gerekse halk, kabul etse de, etmese de, istese de, istemese de bu kanuna uymak zorundadırlar.
Bu mecliste bir kanun çıkartılırken o kanunun İslam’a uygun olup olmadığına değil, halkın seçmiş olduğu kimselerin belli bir oy oranıyla o kanunu kabul edip etmemesine bakılır.
Şayet bir kanuna milletvekilleri gerekli çoğunlukta evet derlerse, o kanun İslam’a zıtta olsa fark etmez, kanunlaşır ve uygulamaya konur.
Demokrasi sistemi, İslam dışındaki diğer mevcut sistemlere nazaran fertlere daha fazla hürriyet ve görüş özgürlüğü verdiği için insanların çoğu bu sistemi, İslam’a uygun olup olmamasına bakmaksızın, kabul edip benimsediler ve bu sistemin çok güzel bir sistem olduğu kanaatine vardılar.
Diğer dikta rejimleri altında yaşayan halklar da bu sisteme geçmeyi arzuladılar. Hatta demokrasinin ne demek olduğunu bilmeyen bazı İslamcı yazarlar:
“Demokrasi, İslamdandır” demeye başlamışlarıdır.
Bu sözleri onların batıya karşı duydukları iç yenilgi ve aşağılık duygusunun / kompleksinin bir etkisidir.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında, Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e daha henüz risalet gelmeden önce Mekke’deki Kureyş kabilesinde de günümüzdeki demokratik meclislere benzer bir sistem hakimdi.
Mekke’de Dar-un Nedve denilen günümüzdeki demokratik sistemlere benzeyen bir meclis vardı. Mekke devletini ilgilendiren bütün kararlar bu mecliste alınırdı. Kabile fertlerini temsil eden kabile reisleri bu mecliste toplanır ve meseleler hakkında her kabile reisi kendi görüşünü özgürce belirtirdi.
Sonuçta çoğunlukla kabul edilen görüş kanunlaşır ve kabul etseler de etmeseler de bu kanun bütün kabilelere uygulanır ve herkes bu kanuna itaat etmek zorunda kalırdı.
Bu meclisin işleyişini; Kureyşliler, Rasûlullah’ı öldürmek için burada karar almak için toplandıklarında yaptıkları konuşmalarda ve tekliflerde açık olarak görüyoruz.
Kureyş’in değişik kabilelerine mensup kabile reislerinin her biri değişik görüşler ileri sürdüler. Sonunda Ebu Cehil’in görüşü uygun görülüp oy birliği ile kabul edildi ve bu uygulamaya kondu. Günümüzdeki demokratik meclislerdeki işleyiş te bundan daha farklı değildir.
Bu açıklamalardan sonra şimdi demokratik sistemle İslam sistemi arasında bir uygunluk veya uzlaşma olup olamayacağı konusunu inceleyelim.
Acaba İslam sistemi bu sistemi kabul eder mi?
İslam böyle bir sisteme izin verir mi?
Bu sistemi kabul edenlerin İslam’a göre hükümleri nedir?
İslam sisteminde hakimiyet; kanun koyma yetkisi yalnız ve yalnız tek bir merciye aittir. O merci ise Allah’tır. Bu tartışmasız bir gerçektir. İslam devletinde haramlar (yasaklar) ve helaller (serbestler), Rasûlullah’a Allah katından gelen Kur’an ve sünnete göre belirlenir.
Allah’ın haram kıldığı bir şeyi bütün insanlar helal (serbest) kabul etse bile Müslümanlara düşen Allah’ın hükmünü kabul etmek, bunun dışındakileri ise reddetmektir. Çünkü Müslüman bilir ki; bu mesele ibadet meselesidir ve kişi kimin hükmünü kabul edip itaat ederse ona ibadet etmiş olur.
Müslüman, ancak her türlü meselde yalnız Allah’ın hükümlerini kabul edip itaat ettiğinde yalnız Allah’a ibadet etmiş olacağını bilir. Allah bu konuda kendisine hiçbir ortak kabul etmez.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Hüküm vermek yalnızca Allah’a aittir.O, kendisinden başkasına değil yalnız ona ibadet edilmesini emretti.” (Yusuf: 40)
“Allah hüküm vermede kendisine ortak kabul etmez.” (Kehf: 26)
İslam devletinde, Kur’an ve sünnette haram olduğuna dair hakkında bir delil bulunmayan meselelerde, yine Kur’an ve sünnete ters düşmemek şartıyla günlük hayatı düzenlemek için bazı kanunlar çıkartılabilir ve bunda hiçbir mahzur yoktur. İslam dini buna izin vermektedir.Örneğin; trafik, imar v.b gibi konularda çıkartılan kanunlar gibi…
İslam sistemini bu şekilde açıkladıktan sonra en basit akıl sahipleri bile hakimiyet ve hüküm verme yetkisini yalnız Allah’a veren İslam sistemi ile bunları kayıtsız şartsız millete veren demokratik sistem arasında temelde bir zıtlık var olduğunu kavrayabilir.
Demokratik sistemde hükmüne itaat edilmek suretiyle ibadet edilen ilahlar, insanlardır. Çünkü bu sistemde hüküm koyma yetkisi insanların elindedir.
İslam sisteminde yalnızca Allah’ın hüküm ve kanunlarına itaat edildiği için, kullara değil yalnızca Allah’a ibadet edilir.
Demokratik sistem Müslümanlar için İslam’ı hakim kılma yolunda çalışırken diğer diktatörlük ve baskı rejimlerinden daha fazla özgürlük verebilir. Fakat verilen bu özgürlükler bizim bu sistemin bir parçası olmamızı meşru kılmaz.
Daha önce de anlattığımız gibi bu sistemin bir parçası olmak; İslam’ın temel şartlarından olan hakimiyetin Allah’a ait olması ilkesine zıt olduğu için İslam akidesine temelden zıttır.
Bu sistem bazı Arap ülkelerinde ve bir zamanlar İslam diyarı olan diğer ülkelerde uygulanmaya başlandığında; İslami cemaatlerin en büyüklerinden biri olan Mısır’daki İhvan-ı Müslimin o an için parti kurulması noktasında kendisine izin verilmediği için başka bir partiye destek vererek seçime girdi.
Şayet devlet onlara parti kurulması hususunda izin vermiş olsaydı, hiç çekinmeden o sistem içerisinde bir parti kurup onunla meclise girerlerdi.
Kaldı ki, onlar bundan daha basitini yapmışlar ve başka bir parti adı altında meclise girmişlerdir. Üstelik çatısı altında meclise girdikleri Vefd partisi, İslamla uzaktan yakından alakası olmayan laik zihniyetli bir parti idi.
Bu meseleyi duyduğumda bir İslam tebliğcisi olarak, İhvan-ı Müslimin’in o sıradaki lideri Ömer Tilmisani’ye gidip onunla meseleyi tartıştım.
Şimdi size Ömer Tilmisani ile aramızda geçen tartışmayı nakletmek istiyorum. Bu aramızda geçen tartışmayı sizlere aktarmamdaki amacım; okuyucunun, demokratik sistemde bir parti kurup meclise girmenin İslam’a göre caiz olduğunu söyleyenlerin getirdikleri delillerin neler olduğunu öğrenmesi ve bunların geçerli deliller olup olmadığına karar vermesi için gerçekleri ortaya koymaktır.
Öncelikle Ömer Tilmisani’ye demokrasinin ne demek olduğunu ve nasıl işlediğini kısaca hatırlattım.
Yine İslam sisteminin ne olduğunu ve nasıl işlediğini de hatırlattım. Sonra ona bir parti adı altında meclise girmeyi hangi delile dayanarak caiz görüp böyle bir şeye kalkıştıklarını sordum.
Cevabı şöyle idi: “Biz partiyi bir gaye olarak değil bir vesile olarak görmekteyiz. Biz mecliste İslam’ı anlatacağız. Biz mecliste İslam’a zıt olan görüşleri kabul etmeyip bunlara karşı çıkacağız.”
Ben de bunun üzerine şöyle dedim:
“Bu senin getirmiş olduğun akli delillerdir. Bunlar şer’i delil değildirler. Halbuki şer’i deliller bu görüşe zıtlık arz etmektedir.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında da şimdiki parlamentoyu andıran bir meclis olan müşriklerin Dar-ün Nedve adını verdikleri bir meclisleri vardı.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ne kendisi bu müşriklerin parlamentosuna üye olmuş, ne de müslümanların oraya katılıp üye olmalarına izin vermiş veya onların oraya üye olmalarını emretmiştir.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında Dar-ün Nedve’nin idaresi Ben-i Adiyy’e aitti ve bu kabileden olan Ömer b. Hattab da bu mecliste günümüzün dışişleri bakanlığı statüsündeki bir mevkiye ve yetkiye sahipti.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, müslüman olduktan sonra gizlice veya açık olarak onun bu görevine devam etmesine dair bir izin veya emir vermemiştir. Kaldı ki, şayet gaye İslam’ı getirmek ise bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan vesilenin İslam’a ya da Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hareket metoduna zıt olmaması gerekir. Çünkü İslam’da diğer tağuti sistemlerde olduğu gibi “gaye temiz ise vesile ne olursa olsun önemli değildir” kaidesi geçerli değildir. İslam’da gaye de vesile de İslam’a uygun olmalıdır.
Kureyşliler, Rasûlullah’a, ilahlarına laf atmaması ve akıllarını akılsızlıkla itham etmemesi şartıyla kendi üzerlerine hükümdar olması teklifinde bulundular. Bu sizin ulaşmak istediğiniz en son nokta değil midir?
Bu yapılan teklifler karşısında Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in tepkisi ne oldu?
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem yapılan bu teklifleri kabul edip onların üzerine hükümdar olduktan ve onları kendi hakimiyetine boyun eğdirdikten sonra, onları İslam’ın hükümlerine tabi ettirebilirdi ve bu onun için çok kısa ve çok kolay yol olurdu. Fakat Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem böyle bir şey yapmadı. Çünkü insanları ilk önce kendisine kul edip daha sonra Allah’a kul etmek İslam akidesine zıttır.
Bu sizin sözünü ettiğiniz demokrasi sisteminde Allah’ın kanunları değil, batıdan gelen ve insanların kendi yanlarından çıkardıkları insan ürünü kanunlar tatbik ediliyor ve siz bu kanunları kabul ederek parti kuruyorsunuz. Sizin yetkileriniz de ancak bu kanunların izin verdiği ölçülerle sınırlıdır. Meclisteki diğer partiler İslam’a zıt olan bir kanunu oy çokluğu ile kabul ettikleri zaman, siz mecliste buna karşı da gelseniz ve buna karşı oy da kullansanız hiç farketmez. Çünkü, demokratik sistemin bir gereği olan; “çoğunluğun kararı geçerlidir” kaidesini, bu meclise girerken daha en baştan kabul etmiş oldunuz.
Çünkü, sizin de içinde bulunduğunuz bu mecliste; “çoğunluk hangi karara varmışsa ve hangi hükmü uygulamak arzusunda ise, Allah’ın helal ve haram sınırlarına bakılmaksızın, çoğunluğun seçtiği kanun uygulanır” kaidesine göre; Allah’ın hükümlerine zıt olan bu kanunları daha meclise girerken resmen kabul etmiş sayılırsınız.
Baştan kabullendiğiniz bu kaideye rağmen; “Biz Allah’ın hükmüne zıt olan şu veya bu kanunu kabul etmiyoruz” demeniz, mecliste bu kanunu kabul etmeyenlerin sayısını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Sadece; bu kanun kabul edildiği takdirde kanunun çıkmasına sizin bir etkiniz olmamış olur, o kadar.
Fakat böyle bir sistemi baştan kabul ettiğiniz için, mecliste söylemiş olduğunuz o söz sizi mazeretli kılıp küfürden kurtarmaz.
Zira siz bu meclise girerken bu meclisin çoğunluğunun kabul etmesi halinde, Allah’ın hükümlerine aykırı hükümlerin de çıkabileceğini biliyordunuz.
Örneğin; mecliste faizin helal (serbest) olması oy çokluğu ile kabul edilse siz bu sistemi kabul ettiğiniz için o kararı da kabul etmek zorunda kalırsınız. İmkansız bir ihtimal olan bütün milletvekillerinin size ait olması durumunda bile, kuracağınız devlet yine de bu sisteme uygun bir devlet olacaktır. Halbuki bu sistemin kanun ve kuralları İslam şeriatına açık bir şekilde zıttır. Bu sistemi kabul etmek milletvekillerinin teşride bulunma (kanun koyma)da hak sahibi olduğunu kabul etmek demek değil midir? Halbuki İslam’a göre teşri hakkı yalnız Allah’a aittir.”
Bunları söyledikten sonra Ömer Tilmisani bana şöyle dedi:
“Bizim imamımız Hasan el-Benna da seçimlere girmiştir. Büyük alim Mevdudi de parti kurmuştur. Bu anlattıkların dediğin gibi İslam’a zıt ve küfür olsaydı hiç onlar böyle bir şey yaparlar mıydı?”
Bunun üzerine ben şöyle dedim:
“Hasan el-Benna’nın bunu yapıp yapmaması veya Mevdudi’nin bunu nasıl yaptığı önemli değil. Bu ileri sürdükleriniz şer’i delil değildir. Allah katında şer’i delil Kur’an ve sünnettir.
Ben sizinle akidevi ve çok açık olan bir meseleyi konuşuyorum ve bu konunun caiz olmadığına dair şer’i deliller getiriyorum.
Bunu caiz görüp yaptığınızdan dolayı sizden de aynı şekilde bunun caiz olduğuna dair şer’i delil istiyorum.
Siz ise açık ve sahih bir delil getiremiyorsunuz. Ben bu meseleyi açık ve sahih şekilde delillendirerek yaptığınızın İslam akidesine zıt olduğunu size açıkladım.
Siz bana Hasan el-Benna şöyle yapmış, Mevdudi böyle yapmış diye cevap veriyorsunuz. Bunlar şer’i delil olamazlar. Şayet onlar sizin dediğiniz gibi bir şey yapmış iseler, İslam’ın onlar hakkındaki hükmü açıktır ve onların hesabı Allah’a aittir.
İslam’da şahıslar ne kadar meşhur olurlarsa olsunlar, ne kadar müçtehid olurlarsa olsunlar şayet yaptıkları ameller Kur’an ve sünnete zıt ise , yaptıkları bu ameller reddedilir ve onlara uyulmaz.
Kur’an ve sünnetteki açık delilleri reddedip; “Onlar bizim katımızda önemli bir mevkiye sahip değerli alimlerdir. Onlar İslam akidesine ters düşecek bir iş yapmazlar” düşüncesiyle onlara körü körüne bağlanmak İslam’a aykırıdır.”
Bunları söyledikten sonra o ne bir şey söyleyebildi ve ne de bir cevap verebildi.
Ben de ona:“Allah sana hidayet verip doğru yola kavuştursun” diyerek ondan ayrıldım.
Ömer Tilmisani ile aramda geçen konuşmanın bu konu hakkında hidayeti arayan kimseler için aydınlatıcı bir ışık olmasını temenni ediyorum.
Değişik cemaat liderleriyle yaptığım tartışmalar sonucunda hiçbir cemaat liderinin bu konuda şer’i bir delil getirebildiğine tanık olmadım.
Delil getiremedikleri zaman onların son sözü genellikle şu olmaktaydı:
O halde ne yapacağız?
İslam’ı nasıl hakim kılacağız?
Bu parti sisteminden başka bir alternatifiniz var mı?
Bu sorunun cevabı gayet basittir.
Allah-u Teâlâ bu dini bize dünyaya hakim kılınması için gönderdi ve bu dinle birlikte bu dinin hakim kılınmasında izlenecek hareket metodunu da gönderdi.
Bu din Allah’tan olduğu halde onu hakim kılacak metodun kullardan alınması bu dinin pratiğine aykırıdır.
Bu din ancak bu dini gönderen Allah’ın gönderdiği metodla hakim olur. Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in İslam’ı hakim kılmada kullandığı metod, Allah’ın gönderdiği metodun ta kendisidir.
İslam’ı yeryüzüne hakim kılmak isteyen İslam davasının erlerinin başarıya ulaşabilmeleri için Allah’ın Rasul’üne bildirdiği ve Rasul’ünün de bize bizzat yaşantı tarzıyla gösterdiği hareket metoduna adım adım harfiyyen uymaları gerekir.
Bu metoda uymak “Muhammedun Rasûlullah” şehadetinin uyulması gereken ayrılmaz bir parçasıdır.
Bunun dışındaki metodlarla İslam’ı hakim kılınması mümkün değildir.
İlk rasul Nuh Aleyhisselam’dan son rasul Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e kadar gelip geçen rasullerin hepsinin İslam’ı hakim kılmadaki metodlarına baktığımızda hepsinin ortak bir metod izlediklerini görürüz.
Bu yüzden bütün müşriklerin İslam’a ve Müslümanlara gösterdikleri tavır ve tepki de değişmemiş ve hep aynı olmuştur.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e Hira’da ilk vahiy geldiğinde bundan korkan Rasûlullah’ı eşi Hadice o zamanlar hristiyan olan amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdüğünde, Rasûlullah ile Varaka arasında geçen konuşmalara baktığımızda bu hususa açıkça şahit olmaktayız.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, başından geçenleri ona anlattığında Varaka şöyle dedi:
“Bu gördüğün Allah’ın Musa Aleyhisselam’a gönderdiği Namus-u Ekber’dir. Ah! Keşke senin davet günlerinde genç olsaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke genç olsam.”
Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem:
“Onlar beni çıkaracaklar mı ki?” diye sorduğunda,
Varaka:
“Evet, zira senin gibi bir dava getirmiş hiçbir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın.” dedi.
Şu halde Allah’ın dinini hakim kılmada takip edilmesi gereken tek metod Allah rasullerinin ve son rasul Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in takip ettikleri metottur.
Bunun dışındaki metotlarla İslam’ı hakim kılmaya çalışmak kişileri sapıklık, dalalet, başarısızlık ve zaman kaybına sürükler.
Ve ancak bir takım kimselerin şahsi menfaat elde edecekleri hedeflerine ulaştırır.
Rabbani hedefe ise asla…
Meselenin anlaşılmış olduğunu umud ederek Ek babında iki yazıyı da ilginize sunuyorum Birincisi genel yönetimini alim Şeyh Muhammed Salih el-Muneccid’in yaptığı islamqa sitesindeki Demokrasi’ye teşvik etmek ile ilgili fetvası diğeri ise Şeyh Ebu Yahya El Libi’nin ‘Asrın Putu Demokrasi’ konuşmasının yazılı şekli. Umarım ayaklarınızın sabit kalmasına yardımcı olmuştur… Amacım Allah’a ortak koşulmasının yanlış yapmanın önüne geçmek… Bunda vebal olmasa bu yazıyı kaleme almazdım bile…
İslam Quesions & Answers sitesinin (islamqa) Demokrasi hakkında yayınlanan fetvayı ilginize sunuyorum.
[su_heading]Demokrasi sözünün İslam’dan alınma olduğunu işittim. Bu doğru mu? Demokrasiye teşvik etmenin hükmü nedir?[/su_heading]
Bütün övgüler Allah’adır.
Birincisi: Demokrasi Arapça bir kelime değildir. Yunancadan alınan bir kelimedir. İki kelimeden oluşmaktadır. Birincisi: Demos ve insanların hepsi veya halkı kast etmektedir. İkincisi: Kratıa ve yönetmek anlamına gelir. Anlamı ise: bütün insanların veya halkın yönetimi anlamına gelir.
İkincisi: Demokrasi İslam’a karşı bir sistemdir. Çünkü kanun yapma yetkisini halka veya onların yerine (parlamento üyelerine) vekâleten vermektedir. Buna göre burada hüküm koyma Allah’ın dışında halkın veya onların yerine vekil olan milletvekillerinin olmaktadır. Burada ibret toplumun değil onların çoğunluğu esasına dayanır. Bu şekilde çoğunluğun ittifakı ile o halka kanunlar yaratılışa, dine ve akla ters de olsa dayatılır. Bu sistemlerde kürtaj kanunu, homoseksüellerin evliliği, faiz faydaları kanun haline getirilmiş ve şer’i ahkâm ilga edilmiştir. Zina yapmak ve alkol almak mubah görülmüştür. Bilakis bu sistemde İslam ve ona bağlı olanlarla savaşılmaktadır.
Oysa Allah kitabında hüküm koymanın sadece kendisine ait olduğunu ve kendisinin hüküm koyanların en dikkatlisi olduğunu haber vermiştir. Kendi yönetimine kimsenin müdahale etmesini de yasaklamıştır. Ve kendisinden daha iyi hüküm koyacak birinin olmadığını da belirtmiştir. Ayette: “Hüküm koyma(ve verme) el-Âliyy vel-Kebir olan Allah’adır.” (Ğafir, 12) ve ayette: “Allah ‘ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey olamaz. Yoksa Allah onlara öyle bir saltanat indirmemiştir. Hüküm sadece Allah ‘ındır. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte el-Qayyim(delilleri sabit, müstakim) din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 40) ve ayette: “Allah hüküm koyanların en hâkimi değil mi?” (et-Tin,8) ve ayette: Açıkla: Ne kadar kaldıklarını daha iyi bilen Allah ’dır. Göklerin ve yerin ğayb ilmi O’nundur. O (sana) ne güzel göstermekte, ne güzel işittirmektedir. Onların (göklerde ve yerde olanların), O’ndan başka bir idarecisi ve yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” (el-Kehf, 26)
Ve başka bir ayette ise: “Açıkla: Ne kadar kaldıklarını daha iyi bilen Allah ’dır. Göklerin ve yerin ğayb ilmi O’nundur. O (sana) ne güzel göstermekte, ne güzel işittirmektedir. Onların (göklerde ve yerde olanların), O’ndan başka bir idarecisi ve yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.”(el-Maideh, 50)
Bütün yaratılmışları yaratan Allah’tır. O onlar için neyin iyi olduğunu, kanunlardan neyin onlara fayda vereceğini bilmektedir. İnsanlar akıllarında, ahlaklarında, adetlerinde farklı farklıdırlar. Onlar kendileri için iyi olanı bilmezler kaldı ki başkaları için hayırlı olanı nasıl bilsin. Bu nedenle halkın kanunlar ve yasalarla yönettiği toplumlarda fesattan, ahlaki çöküntüden, toplumların açılıp-saçılmasından başkası görülmemiştir.
Burada bu sistemin çoğu ülkelerde gerçek bir tablosu yoktur ancak insanları kandıran propagandaları vardır. Oysa gerçek yönetici devlet başkanı ve zebanileridir. Halk ise kendi derdine düşmüş, zulmedilen bir konumda olduğuna dikkat edilmelidir. Buna en güzel belge eğer bu demokrasi yönetenlerin istediğini getirmezse bunu ayaklar altına alırlar. Seçimlere hile karıştırırlar, özgürlükleri kısıtlarlar, hakkı konuşanları sustururlar. Herkesin bildiği gerçekler bunlar. Başka delile gerek yok. Gündüz delile muhtaç olursa zihinlerde ıslah olacak bir durum olmaz.
Dinler ve çağdaş mezhepler ansiklopedisinde (1066/2) şu zikredilir:
Seçim demokrasisi:Demokratik sistemin görüntülerinden biri de halktan milletvekillerini seçmekle meclis vasıtasıyla halkın yönetimde söz sahibi olma uygulamasıdır. Burada halk değişik yöntemlerle otoritenin bazı görüntüsüne direk müdahale eden bir uygulama hakkını korumaktadır. Bunun en önemlileri ise:
1- Halk oylaması hakkı: halktan bir grup kanun için ayrıntılı ve kapsamlı bir proje koyar ve bu millet meclisinde tartışılır ve oylamaya sunulur.
2- Referandum hakkı: kanun parlamentoda kararlaştırıldıktan sonra halka sunulur ve onun son sözü bu konuda alınır.
3- Halkın itiraz hakkı: kanun çıktıktan bir müddet sonra anayasanın belirlediği seçmenlerden bir kısmının itiraz etmesidir. Bu da halka referanduma gitmesini şart koşmaktadır. Eğer halk kabul ederse uygulanır.. Yoksa iptal edilir. Bu prensibi çoğu modern anayasalar almaktadır.
Şüphesiz itaatte, boyun eğmede veya kanun koymada modern şirkin görüntülerinden biri olarak demokratik sistemler karşımıza çıkar. Çünkü yaratanın mutlak kanun koyucu olarak otoritesini ilga etmektedir. Yaratılanların hakları mesabesine indirmektedir. Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah ‘ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey olamaz. Yoksa Allah onlara öyle bir saltanat indirmemiştir. Hüküm sadece Allah ‘ındır. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte el-Qayyim(delilleri sabit, müstakim) din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 40) ve ayette: “Hüküm ancak Allah ‘ındır.” (el-Enâ’m, 57)
Üçüncüsü:İnsanların çokları demokrasi kelimesinin özgürlük anlamına geldiğini sanıyor. Bu bozuk bir anlayıştır. Demokrasinin yaydığı düşüncelerden biridir, hürriyet. Burada hürriyetten şunu kast ediyoruz: İnanç hürriyeti, ahlaki çöküntü, görüş beyan etme hürriyetidir. Bunların da İslam toplumları üzerine çok yozlaşma vardır. Düşünce özgürlüğü adı altında Kur’an, Peygamberler, kitapları ve ashabı hakkında karalamaya kadar götürdü. Hürriyet adına pornografik filmler, cinsel resimler, açık-seçiklik yayılmasına müsaade edildi. İşte böylesine uzun bir senaryo vardır. Hepside ümmetin dini ve ahlaki açıdan yozlaşması için çalışmaktadır. Öyle ki demokratik sistem sürecinde mutlak özgürlüğe çalışan devletlerin nezdinde bile arzularının ve çıkarlarının sınırladığı bir hürriyettir. Aynı zamanda sistemleri Kur’an ve Peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve selem hakkında karalamayı serbest bırakıyor. Düşünce özgürlüğü hücceti ile: bu tür bir özgürlüğün “Naziler Yahudileri yaktı” sözünü yasaklamada görüyoruz. Bilakis bu yakmayı inkâr ederse hapsedilir ve cürüm işlemiş olur. Oysa inkâr edilmeye değer tarihi bir vakıadır. Ancak Yahudilerle ilişkilendirilmesi İslam’dan daha çok önem ve kutsallık vermektedir. Bu nedenle İslam’ın hakikatini gizlemek ve karalamak için bu özgürlüğü dillerine doluyorlar, onların efendilerini ilgilendirdiğinde ise bu hürriyeti yasaklıyorlar.
Eğer bunlar hürriyetin davetçileri ise: İslami halkların kendi dinini ve sonucunu seçmelerine müsaade etmiyorlar.!? Ülkelerini neden işgal ettiler, inançlarını ve dinlerini değiştirmeye neden çalıştılar? Libya halkı üzerinde katliam yapan İtalyanlara karşı bu özgürlükler neresinde duruyor? Cezayir halkına katliam yapan Fransızların, Mısır halkına katliam yapan İngilizlerin, Afgan ve Irak halkına katliam yapan Amerikalıların neresinde bu hürriyet!
Hürriyeti iddia edenlerin belki şok olacağı bazı sınırlamalar vardır onlardan:
1- Kanundur. İnsanın yolda ters yöne doğru arabasıyla gitmesi, ruhsatsız bir işyeri açması -ben özgürüm – dese b ile kimse buna aldırmaz. Bu mutlak bir hürriyet değildir.
2- Örftür: onlarda bir kadın bikinileriyle bekârlar evine “ben özgürüm” dese de gidemez. İnsanlar onu hakir görür ve kovalarlar. Çünkü bu adetlere terstir.
3- Genel zevk: onlardan biri insanlar önünde yemek yerken yellenemez. Bilakis bunu yapmaya bile yeltenemez. Ben özgürüm dese de insanlar onu aşağılarlar.
Öyle ise onların hürriyetlerini sınırlayan ve inkâr bile edemeyen bir durumda dinimizin de bizim hürriyetimizi sınırlaması neden olmasın? Dinin getirdikleri kuşkusuz insanların hayrına ve ıslahınadır. Kadının açık-seçik olmasını yasaklaması, insanların alkol içmesini yasaklaması, domuz etinin yenilmesi gibi birçok durumlar: hepsinde bedenleri için, akılları için, hayatları için maslahatlar vardır. Ancak onlar hürriyetlerine bir sınırlama din tarafından gelirse kabul etmiyorlar. Kendileri gibi bir beşerden veya bir kanundan bu yasaklama gelirse diyorlar ki: işittik ve itaat ettik.
Dördüncüsü:Bazı elitler demokrasi sözünün İslam’da ki eş-Şura kavramına denk olduğunu sanıyor. Bu durum değişik yerlerden fasit bir zandır. Onlardan:
1- Şura yeni ortaya çıkan ve gelen bir olayda olur. Kur’an-dan veya sünnetten bir nassın ayrıntılarının olmadığı işlerde olur. Halkın yönetmesine gelince dinin asıllarından birini tartışmaktadır. Haram olanı yasaklamayı reddetmektedir. Allah’ın helal ve farz kıldığını yasaklamaktadır. Bu kanunlarla alkolün satışı serbest bırakılmıştır. Zina ve faiz de serbesttir. Bu kanunlarla İslami kurumlar ve Allah’a çağıran davetçiler zor duruma düşürülmüştür. Bu durum şeriata tamamen zıttır. Bunu şuranın neresine koyacağız?!
2- Şura Meclisi fıkıhtan, ilimden, anlayıştan, siyasetten, ahlaktan belli bir derecede oluşan insanlardan oluşmaktadır. Müfsid ve ahmak olanla müşavere yapılmaz. Kâfir ve mulhid olanla ise hiç yapılmaz. Demokratik seçilmişler meclisi: geçen durumlara itibar edilmez. Parlamentoya bir kâfir, bir müfsit, bir ahmak geçebilir. Peki bu konumun İslam’da ki şura ile ne alakası vardır?!
3- Yönetici şuranın aldığı kararlara bağlı olmayabilir. Meclisten birinin görüşünü delili güçlü olduğu için şuranın görüşüne tercih edebilir. Çünkü doğru görüş meclis ehlinin diğer görüşüne üstündür. Oysa demokratik sistemde çoklarının ittifak etmesi insanları bağlayan kanunların çıkarılmasına sebep oluyor.
Müslümanlara düşen dinleriyle gurur duymalarıdır. Rablerinin ahiretlerini ve dünyalarını ıslah eden ahkâmına güvenmelidir. Allah’ın şer’ine muhalefet eden sistemlerden beri olmaları farzdır.
Yöneten ve yönetilenler olarak bütün Müslümanların bütün işlerinde Allah’ın şeriatına uymaları gerekir. Hiç birine İslam’ın dışında bir metod ve sistem edinmesi helal olmaz. Bunun gereği olarak Allah’ı rabb, İslam’ı din, Muhammed’i-sallallahu aleyhi ve selem- peygamber ve resul olarak razı olmaktır. Müslümanlara düşen İslam’a batinde ve zahirde teslim olmaktır. Allah’ın şeriatını tazim etmeleridir. Peygamberin-sallallahu aleyhi ve selem- sünnetine tabi olmalarıdır.
Allah’tan bizi İslam ile izzetli kılmasını, hainlerin komplolarını kendilerine geri çevirmesini dileriz. Allah her şeyi en iyi bilendir.
https://islamqa.info/tr/98134
[su_heading] Şeyh Ebu Yahya El Libi / ‘Çağın Putu Demokrasi’ [/su_heading]
“Hamd Allah’a, salât ve selam O’nun Rasûlü’ne, ashabına, ehline ve onun yolundan gidenlere olsun. Ve sonra; Rab olarak Allah’tan, peygamber olarak Muhammed’den ve din olarak da İslam’dan razı olmuş ve bu kelimelerin manalarını idrak etmiş ve hiçbir bocalama, karışıklık olmadan bu kelimeleri anlamış olan her Müslüman, Peygamber Efendimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği din olan İslam Dini’nin kendi içerisinde kâmil bir din olduğunu iyi bilir. Ve bu dinin hayatın her yönünü kapsadığını ve insanoğlunun istikameti için başkası ile birleşmeye ve bağdaşmaya muhtaç olmayan bir din olduğunu çok iyi bilir. Bu din inanç esaslarında, ritüellerinde, ibadetlerinde, muamelelerinde, siyasetlerinde, adaletinde, ahlak anlayışında, değerlerinde, maslahat gözetme hususunda ve tüm bunları hayata geçirme hususunda kâmil bir dindir. İslam dini bu saydıklarımızı veya bunun dışında islam dininden olan herhangi bir şeyi tamamlama hususunda asla harici etkenlere ihtiyaç duymaz. Allah (azze ve celle) şöyle buyuruyor: “Bugün size dininizi kemale erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve İslam’ı sizin için uygun gördüm.” (Maide, 3) Ve Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Size, sarıldığınız müddetçe asla sapıtmayacağınız iki tane esas bıraktım: Allah’ın kitabı ve O’nun gönderdiği peygamberin sünneti.” (Hakim Müstedrek, 289) Hadis İbni Abbas’tan merfu olarak rivayet etmiştir.[su_youtube url=”https://youtu.be/a3MpWaVEkcI”]
Hidayet, doğruluk, reform yollarının tamamlanması, ittifak ve birliğin sağlanması ve sadece Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünneti ile yetinebilmek için ihtilaf ve anlaşmazlık durumunda bu ikisine (Kur’an ve Sünnet) başvurmakla emrolunduk. Eğer yeterlilik, menfaat ve hidayet bu ikisinde değil de başkasında olsaydı din bunlarla sınırlandırılmaz ve sorunlar da bu ikisine başvurarak çözülmezdi. Allah (azze ve celle) şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman etmiş iseniz, bu anlaşmazlığı Allah’a ve Rasûlü’ne arz edin. Bu daha iyidir; sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa, 59) Âlimlerin de belirttiği gibi Allah’a arz etmek, kitabına arz etmektir. Peygambere arz etmek ise, sünnetine arz etmek demektir. Allah (azze ve celle) şöyle buyurmuştur: “Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah’a aittir.” (Şura, 10)
Kendisine hangi isimler takılırsa takılsın, ne yenilikler ve cazibeli şeyler eklenirse eklensin eğer şeriata uyulmaz ise heva ve hevese uymaktan başka bir seçenek kalmaz. Allah şöyle buyurmaktadır: “Sonra, seni din konusunda bir şeriat ve düzen sahibi kıldık. Sen ona uy ve bilmeyenlerin arzularına uyma.” (Casiye, 18) Ve yine Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: “İşte bunun için sen tevhide davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların kötü arzularına uyma.”(Şura, 10) Allah (azze ve celle) başka bir ayette şöyle buyurmaktadır: “Ve eğer seni yalanlayacak olurlarsa o zaman de ki: ‘Benim amellerim bana ve sizin amelleriniz size ait. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız; ben de sizin yapmakta olduğunuz şeylerden uzağım (sorumlu değilim)’ (Yunus, 41)
Hak yolu birdir, açıktır, sabittir, kesindir ve o yol da, Allah’ın kulları için kendisinden başkasını kabul etmeyeceği İslam’dır. Çeşitli şekillerde ve farklı farklı isimler altında günden güne üretilmeye devam edilen, yenilenen ve çeşitlendirilen sapkınlık ve saptırıcı olan batıl yollar ne kadar da çoktur! Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: “İşte bu benim dosdoğru yolum. Artık O’na uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah, kendisinden sakınasınız diye emretti.” (Enam, 153) “Abdullah bin Mes’ud (radıyallahu anhu) şöyle rivayet etmiştir: “Bir gün Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bize bir çizgi çizdi. Ve “bu, insanı Allah-u Teâlâ’nın rızasına kavuşturacak olan doğru yoldur, dedi. Sonra, bu çizginin sağına ve soluna ayrı ayrı çizgiler çizdi ve bu yolların her birinin başında o yola çağıran bir şeytan durur, buyurdu. Sonra; “İşte bu benim dosdoğru yolum; artık ona uyun’ âyetini okudu.” (İ. Ahmed müsnedinde 4142 ve 4437 nolu hadis.)
İslam ümmeti bu büyük meseleyi kavradığı, tam olarak idrak ettiği, gerçek ve pratik anlamda bağlılık gösterdiği takdirde, zaferi daha yakın kılarak, hakimiyeti daha çabuk elde edebilir ve böylece düşmanlarının gözünde daha heybetli olur. Aksi takdirde ümmet asla geleceğe yönelik bir adım atamaz. Nitekim bu gerçeği bize şeriat, tarih ve vakıa söylemektedir. Dolayısıyla anlayış veya amel düzeyinde bu meseleyi kavramadaki en ufak bozukluğun ya da belirsizliğin sonu düzelemeyecek bir yamulma, arkasından hata üreten bir hata, sapma meydana getirecek bir sapıklık ve fitne doğuracak bir fitnedir.
Bu nedenle Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) hidayet yolu ile hidayet ehlinin yoluna bağlılığın önemi ile sapkınlıklara sürükleyen bid’at ve yenilikler hususunda öneriyi ve uyarıyı bir arada zikrederek şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak ki sizin içinizde benden sonra yaşayacak olanlar birçok anlaşmazlığa şahit olacaklar. Bu durumda sizin üzerinize gerekli olan benim sünnetime ve hidayet ehli olan raşid halifelerimin sünnetine sarılmaktır. Onlara azı dişleriniz ile tutununuz. Ve işlerin sonradan çıkanlarından sakının, muhakkak ki her yenilik bid’attir. Her bid’at de sapıklıktır.” (Ebu Davud,73 nolu hadis)
Bu nedenle her Müslümanın, kalbini şu âyet ile düğümlemesi gerekir: “Sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Zira sen doğru yol üzeresin.” (Zuhruf, 43) Bir Müslüman buna davet etmeli, bununla gurur duymalı, bu uğurda fedakarlıkta bulunmalı ve bu daveti neşretme konusunda bütün sıkıntılara sabretmeli. Bütün bunlarla beraber hangi mazeret altında olursa olsun, onun dışındakilere en ufak bir temayülden elinden geldiğince sakınmalıdır. Çünkü iyi bilmelidir ki, hakkın gerisinde batıldan başka bir şey yoktur. Batıl davetçilerinin süslü sözleri ve devletlerin veya kurumların veya cemaatlerin bu batılın pazarlamasını yapması onun için önemli olmamalı ve onu saptırmamalıdır. Ki nitekim batıl her kim tarafından izlenirse izlensin ve her kim tarafından onun davetçiliği yapılırsa yapılsın bu, onun batıl olduğu gerçeğini değiştirmez. Aynı şekilde hak da, kim ona iman ederse etsin veya kim onu inkâr ederse etsin bu, onun hak olduğu gerçeğini değiştirmez. Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlar sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse muhakkak ki doğru yolu bulmuşlardır. Ancak eğer yüz çevirirlerse muhakkak ki onlar derin bir ayrılığa düşmüş olurlar. Allah onlara karşı sana yeter. O, hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.” (Bakara, 137) Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; onların arzularına uyma ve seni Allah’ın sana indirdiği şeylerden uzaklaştırmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah onları bazı günahlarından dolayı bir belaya çarptırmak istemektedir. Muhakkak ki insanların çoğu fasıktırlar.” (Maide, 49)
Her kim bu hakikati idrak eder, anlamak için kendini soyutlar ve arzularının tuzaklarından kurtulursa, kendisine arz edilen her türlü fikri, siyaseti ve rejimi hak ettiği mekâna koyması onun için kolaylaşır. Böylece bu fikir ve siyasetler hakkında hiç tereddüt etmeden, şaşkınlığa düşmeden, nezaket ya da ayak uydurmaya çalışmadan Allah (azze ve celle)‘nin verdiği hükmü verir.
Çağın felaketlerinden olan ve ortaya amaçsız bir batı toplumu çıkaran sistemlerin ürettiği en büyük sıkıntı ve zulüm, demokrasinin İslam ümmetine sızmasıdır. Nitekim demokrasi, İslam ümmetinin içerisine ümmet gaflet uykusunda iken, halkları mustazaf durumdayken, hakimleri mürted, evlatlarının cahil ve âlimlerinin büyük bir kısmının ihmalkarlık içinde olduğu bir vakitte sinsice nüfuz etmiştir. İslam ülkelerinde bayraklarını yükseltti; zehrini ümmetin eklemlerine saçtı; sapık ve batıl olan akide esaslarını onların arasında yaydı ve sapkınlığıyla ümmetin vatandaşlarını baş başa bıraktı. Cahiller buna aldandı; ancak düzenbazlar bunu bir fırsat olarak kullandılar. Halklarını helak edici bir yola sürüklediler. Zaten zayıf düşürülmüş olan ümmeti, ölüm sancıları ile baş başa bıraktılar. Şura adı altında en açık küfür amelleri pazarlandı. Özgürlük sloganları altında rezalet yayıldı. İnanç özgürlüğü adı altında inkarcılar üstün görüldü ve ümmetin evlatları arasında Ateizm kol gezmeye başladı. Düşünce özgürlüğü adı altında cahiller ve ahmaklar dine saldırma cüretinde bulundular. Görüş ayrılığı ve çoğulculuk adı altında ümmet fırkalara ve partilere bölündü. Bütün bu saydıklarımızla beraber hâlâ bu yeni dinin davetçilerinin minberleri salladığını görüyoruz. Bu yeni dine teşvik için kalemlerin sivriltilip mürekkepler harcandığına şahit oluyoruz. Ve insanları bu yeni dinin mensubu olmaları için yazılı, görsel ve işitsel medya yayın organları istihdam ediliyor. Yayılması, dayatılması ve hakim kılınması için insanî ve maddi imkânlarıyla dünyanın çeşitli yerlerine ordular seferber edildi. Kabe’nin Rabbine yemin olsun ki bu, İslam’ın muhteşem temiz görünümünü kirleten, saflığını ve şeffaflığını bulanıklaştıran muasır bir felakettir.
Eğer ki yeryüzünde hala iyiliği emredip kötülükten nehyeden ilim ve iman ehli olmasaydı, bizzat kendini İslam’a nispet eden insanların elleri ile İslam’ın kökünü kazıyacaklardı. Lakin Allah, dini olan İslam’ı muhafaza edecektir. Ve bu din içinde bu dini elleri ve dilleri ile müdafaa edecek kullar var edecektir. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Ümmetimden bir grup Allah’ın emrini yerine getirmeye devam edecektir. Onları yüz üstü bırakanlar ve onlara muhalefet edenler onlara bir zarar veremeyecekler. Ve kıyamet gelene kadar onlar insanlara karşı muzaffer olacaktır.” (Buhari 3405 no’lu hadis ve Müslim1920 no’lu hadis)
Peki, batılı siyasetçilerin bize dayatmak istediği, bazı laiklerin pazarlamasını yaptığı ve kendini İslam’a nisbet eden cahillerin peşinden koştuğu bu yeni din nedir?
Dahası, artık birçoğu bu garip, bozuk ve kokuşmuş sisteme meşruluk kazandırmaya ve onu asıllaştırmaya kalkıyor. Öyle ki artık şu sözleri duyar olduk: Demokratik İslam, Demokrat İslamcılar, İslam’ın Demokratlığı vs. Sanki İslam ve Demokrasi bir elin parmakları gibi biri diğeri olmadan yetersiz olacakmış gibi lanse ediliyor. Doğru bu ifadeler gibi daha başka bayatlamış ve önemsiz ifadeler ancak İslam Dini hakkında zır cahil olan insanlardan sadır olur. Velev ki bu ifadelerin sahipleri zekâdan veya politikadan veya da basiretli olmaktan söz etseler bile.
Bizler, Demokrasi’yi incelediğimiz zaman onun mefhumları, akide esasları, kuralları, ritüelleri, usûlleri ve değerleri olan diğer dinlerden farklı olmayan bir din olduğunu göreceğiz. Çünkü bir dinin din olabilmesi için gereken bu esasların hepsi Demokrasi’de mevcut. Aslında bunun bir din olduğunu anladığımızda, günümüzde kendini İslam’a nisbet eden ve Demokrasi fitnesi ile kendini kandırmış olan insanların, Demokrasi ve İslam hakkında kullandıkları terimlerin ne kadar çirkin olduğunu fark edeceğiz.
Zira bu ifadelerin aslı itibari ile şu ifadelerden farkı yoktur: Yahudi İslamcılar, Yahudi İslamcılık veya Mecusi İslamcılık veya Hıristiyan İslamcılık. Ve bizler istersek bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Peki, yeryüzünde cehaleti ne seviyede olursa olsun, müptela olduğu sapıklık nerelere ulaşırsa ulaşsın hiç böyle terimleri İslam Dininde kabul edebilecek bir Müslüman var mı?
Hiç şüphe yok ki yeryüzünün en ücra çöllerinde yaşayan ve fıtratı uygarlık, çağa ayak uydurma ve Yunan Felsefeleri tarafından değişmemiş yaşlı bir adam bile bu terimleri duyduğu zaman reddeder ve bu fikirlerden Allah’a sığınır. Zira, denizde veya gökte ziraatın yapılabileceği konusunda onu ikna etmek, bu ifadelerin güvenilirliğine ikna etmekten daha kolaydır. İsterseniz deneyebilirsiniz.
Peki, bütün bunlara rağmen neden Yahudiliğin İslamla bir arada zikredilemeyeceği konusunda hemfikir olduk da, Demokrasi’yi övgü dolu ifadelerle İslam’a yamamaya çalışıyoruz?
Şüphesiz ki Demokrasi’nin hakikatini idrak etmek ve İslam’a olan zıt yönlerini bilmek, bu yeni dini İslam’a yamamaya çalışanların nasıl bir cürüm işlediklerini anlamamız için yeterlidir. Bu işledikleri cürüm sebebi ile İslam’ın saflığı Demokrasi’nin pisliği ile, adaleti zulmü ile, nuru karanlığı ile ve tevhidi Demokrasi’nin meşrû kıldığı şirk ile yer değiştirmiştir. Ta ki öyle bir hâl aldı ki, ortaya çok iğrenç bir terim attılar ve ‘Demokratik İslam’ dediler.
Öncelikle Demokrasi Dininin davetçilerine şunu söylüyoruz: Bu Demokrasi kelimesinin manası nedir? Zira bu kelimenin bizim dilimizde bir aslı yok ve bu kelime dilimize sonradan dahil edilmiş kelimelerden bir tanesidir. Bu kelime Yunanca bir kelimedir. Bizim dilimizdeki manası ise ‘halkın otoritesi’, ‘halkın egemenlidir. .İşte bu, Demokrasi’nin üzerine bina edilmiş olduğu asıldır. Ve bu asıl olmadan asla Demokrasi’nin varlığından söz edilemez. Bu asıla ulaşma yolunda farklı menhecler izleseler de, Demokrasi ile yönetilen bütün rejimler bu asıl üzere kuruludur. Ve bu rejimler buna çağırmakta, bu uygulama ile övünmekte ve bu rejimi tanımayan insanları nakıs görmektedirler. Onların arasında bilinmesi zaruri olan asıllardan bir tanesi de, ister İslamcı olsun ister olmasın hiç kimse Demokrasi’den bu manayı çekip alamaz. Ya da, halkın mutlak manada ki egemenliğini kabul etmeden asla Demokrasi’yi uyguladığını ve bu ülkeyi rejimle yönettiğini iddia edemez. Böyle bir kimsenin hâli, ancak temel aldığı içeriği kendinden boşaltılmış bir Yahudiliğe davet ettiğini iddia eden kimsenin durumu gibidir. Peki, hiç Yahudiler bu adamı doğrularlar mı? Ya da insanlara arz ettiği daveti kabul ederler mi?
Öyleyse Demokrasi Dini halka, kayıtsız şartsız egemenlik yetkisini sunmaktadır. Hakim olan otorite halkın otoritesidir. Yürürlükte olması gereken kanunları da halk koyar. Bağlayıcı olan onun yasalarıdır. Ve en yüce olan yine halkın egemenliğidir. Demokratik sistemlerde halkın hükmünü bozacak ve onun hükmünü engelleyebilecek kimse yoktur. Demokratik sistemlerde halk, asla yaptığından sorulmaz.
Doğrusu bu yazdıklarımı garipsediğinizden hiç şüphem yok. Ki zaten bu yazdıklarım yerilmeyi hak eden cümleler. Ancak bu konuda yazarı değil, bizzat Demokrasi Dinindeki ilahları kınayın. Çünkü onlar bu yeni dini sürekli insanlara güzel gösterdiler ve ucuz, bayat felsefelerle bunun çirkin yüzünü örtmeye çalıştılar. Ve sonra insanlara, Demokratik İslam’a gelin, dediler. Vela havle vela kuvvete illa billah.
Bütün vatandaşları görüşünü belirtmeleri için bir yerde toplamak imkansız olduğu için halkın iradesinin daha kolay dile getirileceği bir çözüm yolu buldular. Ve sonuç olarak, içerisinde halkın seçtiği vekillerin bulunduğu parlamentoyu kurdular. Bu süreçte halkın üzerine düşen görev, kendisini temsil edecek vekilleri seçmek ve onu parlamentoya göndermektir. Parlamentonun görevi de, vekili olduğu halkın iradesini orada ifade etmektir. Yani parlamenterler halkın küçültülmüş sureti gibidir. Ve her milletvekili kendisini isteyen topluluğu temsil eder. Parlamento, Demokratik rejimlerde yüksek kanun koyma yetkisine yani yasama yetkisine ve Demokrasi Dininin çizdiği kırmızı çizgilerin dışına çıkmadığı sürece istediği yasayı kabul ve ret hakkına sahiptir. Bu şarta bağlı kaldığı müddetçe istediği yasayı teklif etmede ve Allah’ın indirdikleri ile örtüşsün veya örtüşmesin istediği şeyi onaylama konusunda kesinlikle herhangi bir kınama söz konusu değildir. Çünkü onu koyan, onaylayan ve ona uymayı gerekli kılan, halkın iradesini temsil eden, parlamentodur. Demokratik sistemlerin en bariz sloganı, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Ancak, verdikleri hüküm ne kötüdür!
Parlamento, ister halk meclisi, ister millet meclisi, ister de yasama meclisi ya da başka bir şekilde adlandırılsın, onun asıl görevi budur. Bunlar sadece isimde farklılıktır. Allah (azze ve celle) ne kadar doğru söylemiştir: “Sizin Allah dışındaki taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın koyduğu isimlerden başka bir şey değildir. Hüküm yalnızca Allah’a aittir. O, yalnızca kendisine ibadet edilmesini emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 40)
Kalbine iman nurundan bir şey temas etmiş herkes şunu iyi bilir ki, bu din ile İslam Dini ne kalplerde ne de vakıada bir an bile bir araya gelemez. Ve bu ikisinden birini etkisiz hale getirmeden diğeri asla uygulamaya dökülemez. Bunu idrak eden etmiş; ancak kimileri hâlâ bu gerçekten habersizdir. Ancak, kişiyi bilmediği halde bu karanlıklara götüren cehalet ne kadar da kötüdür!
Bu gerçek cahilce inat etmeyen insanlar için her ne kadar da bariz olsa da, bizler yine de Demokrasi Dininin İslam Dini ile çatıştığı ve uyuşmadığı bazı noktalara işaret etmeye çalışacağız. Ta ki, Demokrat İslamcıların Müslümanları nasıl bir çıkmazın içine soktuğunu ve onları nasıl bir bataklığın içinde ölüme terk ettiğini daha iyi idrak edelim.
İlk olarak bilmeliyiz ki; İslam Dininin kendisi üzerine bina edilmiş olduğu esaslardan bir tanesi de koyduğu bütün kurallara teslimiyet göstererek itaat etmek ve kapsamlı bir şekilde boyun eğmektir. Nitekim İslam, bizzat bu manayı içerdiği için İslam diye isimlendirilmiştir. Çünkü İslam demek; Allah’ın emirlerine teslim olmak ve bu emirlere herhangi bir şekilde muhalefet etmemek demektir. Ve bu yüzden kendini bu dine nispet eden Müslümanların Allah (azze ve celle)‘nin hükümlerine boyun eğmeleri ve emirlerine tam bir teslimiyet ile itaat etmeleri gerekir. Ve kendisinde bu esas oturmamış bir insanın İslam’ı iddiadan öteye gidemez. Çünkü Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: “Muhsin bir şekilde Allah’a teslimiyet göstererek İbrahim’in şirkten arınmış dinine tabi olandan daha hayırlı kimdir? Allah İbrahim’i dost edinmiştir.” (Nisa, 125)
Eğer Allah ve Rasûlü bir konu hakkında son sözü söylemiş iseler, onların dışındakiler için herhangi bir seçim hakkı kalmaz. Aksine Müslümanların üzerine düşen görev, onların koyduğu kanunlara tam bir teslimiyet ile itaat etmektir. Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Rasûlü bir konu hakkında hüküm verdikleri zaman, mü’min bir erkeğin veya mü’min bir kadının seçme hakkı yoktur. Artık kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse derin sapıklıkla sapıtmıştır.” (Ahzâb, 36)
İşte, İslam’ın söylediği ve onayladığı Allah (azze ve celle)‘nin de kendisinin dışında bir şeyi din olarak kabul etmeyeceği İslam Dini bu esas üzerine kuruludur. Ancak Demokrasi Dini ise, tamamen muhayyerliklerle dolu bir dindir. Böylelikle Demokrasi Dini, İslam Dininin üzerine kurulmuş olduğu esası tamamen yıkmıştır. Demokrasi sistemi ile yönetilen rejimlerde ya da daha doğru bir ifade ile Demokrasi Dini ile yönetilen rejimlerde, parlamento heyeti tarafından kabul görülüp onaylanmadığı sürece hiçbir olgunun kutsallığı ve itibarı söz konusu değildir. Allah (azze ve celle)‘nin, muhkem olan ve her Müslümana ‘işittik ve itaat ettik’ demesi gereken bağlayıcı hükümleri, Demokrasi Dininin kendilerine sınırsız yetki verdiği parlamenterler tarafından eklemeye, eksiltmeye, iptal edilmeye, onaylanmaya, silinmeye, tahrif edilmeye ve reddedilmeye açıktır. Eğer isterlerse kabul ederler, istemezlerse de reddederler.
Örneğin; Allah (azze ve celle) içkiyi muhkem âyetlerinde haram kılmıştır. İnsanlar ve cinlerden oluşan tüm milletler içkinin haramlığı onaylansın mı onaylanmasın mı diye toplansalar; haramlığını kabul etsinler veya etmesinler onlar bu fiilleri ile kâfir olurlar. Hâl böyle iken Demokrasi Dini, İslam Dininin koyduğu kuralları onaylama ve reddetme konusunda kapılarını sonuna kadar açıyor. Varın siz düşünün. Hatta ve hatta Demokrasi Dini tarafından İslam Dininin kabulü ve reddedilmesi bile halkın seçimine bırakılmış durumda. Eğer halk İslam Dinini muhterem kabul ederse İslam Dini saygıyı hak eden ve kutsal sayılan bir şey haline gelir. Ancak, eğer İslam Dini halk tarafından muhterem kabul edilmez ise, kendisine asla değer verilmez ve bütün saygınlığı ayaklar altına alınır. Ve artık Demokrat İslamcılar öyle bir hâl aldılar ki onlardan kimileri açık açık şunu söylemeye başladılar: “Eğer halkımız Allahsızlığı esas edinen Komünizm ile yönetilmeyi seçerlerse bizler de onların bu kararına saygı duyarız. Veya halk İslami hükümler ile hükmedilmeyi kabul etmez ise onların bu kararından hoşnut oluruz.
Allah (azze ve celle) Kur’an-ı Kerim’de bize şöyle söylediğinde, “Allah hükmeder ve kimse O’nun verdiği hükme hesap soramaz.” (Rad, 41)
Demokrasi Dininin mensupları bizlere şöyle cevap veriyorlar: “Hayır, millet bir konuda hüküm verdiği zaman kimse onların verdiği hükme hesap soramaz.”
Allah (azze ve celle) kitabında şöyle buyuruyor: “Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm verdikleri zaman hiçbir mü’min erkeğin ve hiçbir mü’min kadının seçme hakkı kalmamıştır.” (Ahzâb, 36)
Onlar ise şöyle cevap veriyorlar: “Aksine, tercih hakkı halkındır. Doğru onun doğru dediği, yanlış da halkın yanlış dediği şeydir. Halk, yasalardan dilediğini seçme konusunda tam bir hürriyet sahibidir.”
Onlara, Allah (azze ve celle) Kur’an’da; “Allah gökte de yerde de ilahtır” (Zuhrûf, 84) diye buyuruyor dediğimiz zaman, onlar bize şöyle cevap veriyorlar:
“Göğe gelince; o Allah’ın olsun. Ancak Allah bize yeryüzünde karışmasın. Yeryüzünde söz sahibi olan halktır. Geçerli olması gereken yasalar halkın koyduğu yasalardır. Ve son kararı da halk verir.”
Allah (azze ve celle) doğru söylemiştir: “Onlardan çoğu şirk koşmadan Allah’a iman etmezler” (Yusuf, 106)
Herkes bilmelidir ki, Kur’an şunu çok açık bir şekilde belirtmiştir: “Hayır, Rabbine yemin olsun ki onlar, seni aralarında çıkan anlaşmazlıklarında seni hakem tayin edip, sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet ile teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)
Bazı âlimler bu âyetin iniş sebebi olarak şu kıssayı kitaplarında zikrederler:
“İki tane adam peygambere gelip, aralarında çıkan anlaşmazlığı ona arz ederler. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’de aralarında adaletli bir şekilde hüküm verir. Kendisi aleyhine hüküm verilmiş olan adam şöyle dedi: “Ben, verilen bu hükümden razı değilim.” Arkadaşı ona sordu: “Peki, peygamberin verdiği hükümden razı değilsen kime gidip muhakeme olalım?” O da “Ebu Bekir’e gidelim” dedi. Sonra beraber Ebu Bekir’e gittiler. Kendi lehine hüküm verilen adam Ebu Bekir’e şöyle söyledi: “Ey Ebu Bekir! Biz peygambere gittik ve bizim aramızda hüküm verdi; ancak bu adam razı olmadı. Sen bizim aramızda hüküm ver” Ebu Bekir ona şöyle cevap verdi: “Sizler Peygamberin verdiği hükme razı olun, ben onun sözünün üzerine söz söylemem.” Kendisi aleyhine hüküm verilen adam tekrar razı olmadı ve “Ömer’e gidelim” dedi. Ömer (radıyallahu anhu)‘nın yanına geldiklerinde ona başlarından geçenleri anlattılar ve Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhakeme olduklarını; ancak adamın razı olmadığını, sonra Ebu Bekir’in yanına gittiklerini ve onun onlara verdiği cevabı anlattıktan sonra Ömer, aleyhine hüküm verilen adama dönüp “Gerçekten böyle mi oldu?” diye sordu. Adam “Evet” deyince Ömer evine girdi ve kılıcıyla dışarı çıktı ve peygamberin verdiği hükümden razı olmayan adamı öldürdü. Bunun üzerine Allah (azze ve celle) bu ayeti indirdi: “Hayır, Rabbine yemin olsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarında seni hakem tayin edip, sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyet ile teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65) (İbni kesir’in müsned ül-faruk 2.cild syf. 575.)
Eğer ki bu tavizsiz hüküm Allah Rasûlü’nün bir konudaki hükmünü beğenmeyen bir adam hakkında icra edilmiş ise, İslam’ın tüm hükümlerini beğenilmeye ve beğenilmemeye müsait hale getiren Demokrasi Dininin durumu nedir sizce? Allah’ın hükümlerini beğenmeyen bu demokratlar da kim oluyorlar? Onlar Ebu Bekir veya Ömer veya sair sahabelerden mi? -Haşa- O Salihler asla böyle bir şeye yeltenmezler. Bilakis bu demokratlar insanların en alçak, en cahil ve en fasıklarıdır. Onların aralarındaki en olgunları ise şöyle söylerler: “Bizler ıslah etmeye çalışıyoruz.” “İyi bilin ki onlar bozguncuların ta kendileridirler; fakat bunu idrak edemiyorlar” (Bakara, 11-12)
İyi bilmeliyiz ki Allah (azze ve celle) bizden, sadece içkiden sakınmamızı, ahlaksızlıklardan kendimizi korumamızı ve finansı yerle bir eden faizden el etek çekmemizi istemiyor. Allah (azze ve celle) bizden bütün bunlardan kaçınmakla beraber, Allah’ın yasaklayıcı kanunlarına itaat etmemizi istiyor. Çünkü onlar Allah’ın kanunlarıdır. Ve asla tahrifi ve değişikliği kabul etmezler. Vallahi eğer, Allah’ın şeriatı herhangi bir beldede parlamenterler istediği için ve halk bundan razı olduğu için tatbik edilse bu Allah’ın şeriatı olmaz. Çünkü bu şeriatı insanlar arasında hâkim kılan şey Allah’ın emri olmayacak, halkın rızası olacak. Ve bundan razı olan halk yarın bundan sıkılınca, bu şeriat değişikliğe uğramak zorunda kalacak. Böylelikle bu şeriatın diğer kanunlardan hiçbir farkı kalmayacak. Zira bu şeriatı insanlar arasında saygıdeğer kılan Allah değil, aksine ismi parlamento olan, konuşan ve ilah edinilen bir puttur. Kendisi de koyduğu kanunlar da kahrolsun.
Acaba Demokrasi Dininin mensubu olan İslam müntesipleri, ülkelerindeki Müslümanların hamasi duygularını sömürerek ve onları aldatarak sürükledikleri büyük felaketin farkında değiller mi? Eğer farkında değiller ise şunu bilmeliler ki bu, sonrasında normalleşmenin ve geriye dönmenin çok zor olduğu bir yol ayrımıdır. Çünkü artık ya azaların teslim olduğu ve kalplerin kendisi ile sekinet bulduğu ve razı olduğu saf bir İslam ya da egemenliğe dair ne varsa halka veren ve halkı ilahlaştıran bir Demokrasi. Ve kıyamet günü kendilerine sorulacak olan şu soru için bir cevap hazırlamaları gerekir: “Ey Ademoğulları! Ben size şeytana kulluk etmeyin; çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır. Ve bana kulluk edin; bu benim dosdoğru yolumdur demedim mi?” (Yâsîn, 60)
Her Müslüman bilir ki imanın ilk şartı, Âlemlerin Rabbi olan Allah (azze ve celle)‘ye iman etmektir. Yani O’nun ezelden beri var olduğuna, O’nun tek ilah olduğuna, tek Rab olduğuna, isimlerine ve sıfatlarına iman etmektir. Bu başlık altında Müslümanın tartışmasız olarak iman etmesi gereken diğer bir husus ise, helal ve haram belirleme yetkisinin yalnızca Allah (azze ve celle)‘ye ait oluşudur. Bu da İslam Dini’nde teşrî diye isimlendirilir. Hiç kimse küçük ya da büyük olsun, herhangi bir şeyi Allah’ın izni olmadan helal veya haram kılamaz. Çünkü Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: “Diliniz yalana alışageldiğinden dolayı, Allah’a karşı yalan uydurarak; şu helaldir veya şu haramdır, demeyin. Şüphesiz ki Allah’a iftira atanlar iflah olmazlar.” (Nahl, 116)
Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: “De ki: Allah’ın size indirdiği rızkın bir bölümünü helal kılıp bir bölümünü de haram kıldınız. De ki: Allah mı size izin verdi yoksa ona iftira mı atıyorsunuz?” (Yunus, 59)
Ümmetin ittifakı ile, teşrî yetkisini Allah’tan başkasına vermek büyük küfürdür. Ve kişiyi İslam dairesinden çıkarır. Nitekim yeryüzü Allah’ın mülküdür. Ve Allah’ın mülkünde yasakları ve serbestlikleri o belirler; çünkü o âlemlerin Rabbidir. Bu, İslam Dininde kesin bir şey iken, Demokrasi Dini bu esasa tamamen zıt bir esas üzerine bina edilmiştir. Çünkü herkes tarafından malumdur ki Demokrasi Dini, helal ve haram belirleme yetkisini Allah (azze ve celle)’den gasp edip halka ve halkın eliyle de parlamenterlere sunmaktadır.
Demokrasi Dininin hâkim olduğu sistemlerde helal ve haram belirleme yetkisi tamamen halka aittir. Çünkü onların en bariz sloganlarından bir tanesi de; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sloganıdır. Böylece, haram sadece parlamenterlerin haram kıldığıdır. Helal ise yalnızca onların serbest kıldığı şeydir. Güzel, onların güzel gördüğü; çirkin, onların çirkin gördüğüdür. Kanunlar onların razı olduğu, yasa onların onayladığı yasalardır. Parlamentoda kendisinin takdisi olmadan hiçbir din mukaddes değildir.
Doğrusu bu parlamentoya verilecek en güzel isim Millet Meclisi değil Rabler Meclisi’dir. Çünkü o mecliste Allah’ın helallerini ve haramlarını değiştirenlerin insanların ilahlık tasladıklarını Rabbimiz kitabında bize şöyle anlatıyor: “Yahudiler Allah’ı bırakıp hahamlarını Rabler edindiler. Hıristiyanlar da rahipleri ve Meryem oğlu İsa’yı Rabler edindiler. Oysa onlar yalnızca tek olan Allah’a ibadet etmek ile emrolunmuşlardı. Allah’tan başka ilah yoktur. Allah, onların şirk koştuklarından münezzehtir.” (Tevbe, 31)
Bakın, sapıklık insana neler yapıyor. Âlimleri olan hahamlar ve abidleri olan rahipler, Allah’ın ismi ile konuştuklarını, kanunlarını din sloganı altında çıkarttıklarını ve Allah’ın sevip razı olacağı kuralların kendi koydukları kurallar olduğunu iddia ediyorlardı. Ancak Allah (azze ve celle) , kendi koyduğu helalleri yasakladıkları ve yasakladığı şeyleri serbest bıraktıkları için onları Rabler diye isimlendirdi. Peki, İsrail oğullarının yaptığı gibi; Allah’ın adı ile konuşmak yerine, her fırsatta İslam şeriatından beri olduklarını açıkça söyleyen demokratlardan, laiklerden, komünistlerden ve diğer ideolojileri benimseyen insanlardan oluşan ve asrımızda ismi Millet Meclisi olan Rabler Meclisi’nin durumunu varın siz düşünün. O hahamların ve rahiplerin yaptığı şeyler, bugün Rabler Meclisi’nde bulunan parlamenterlerin yaptığı şeylerin aynısıdır. Bu da; kendilerini o mevkiye getiren insanlar için yasaklar ve serbestlikler belirlemek. Böylelikle kurdukları düzen kendi koydukları haramlar ve helaller üzerinde devam edip bağlayıcı olsun, ihlal edenler cezalandırılsın, saygı duyup bağlı kalanlar da saygı değer olsun. Ancak bugünkü parlamenterler ile o zamanın hahamları ve rahipleri arasında es geçmememiz gereken bir fark var. İsrailoğulları bu yaptıkları küfür fiilini dînî sloganlar altında yaparak bu yaptıklarının aslında dinin ve dünyanın maslahatına uygun olduğu görüntüsünü vererek yapıyorlardı. Ancak günümüzün Rableri ise bunu hiçbir şer’î dayanakları olmadan yapıyorlar. Bu da, tam bir cehalet, Allah’ın şeriatına karşı kasıtlı bir muhalefettir. Peki, değerli okuyucu; sence hangi grup yerilmeye ve dışlanmaya daha layıktır.
Adiyy bin Hatim’den rivayet edildiğine göre o şöyle söylüyor: “Bir gün peygamberin yanına gittim; o sırada peygamber Tevbe Suresi’ni okuyordu. 31. âyete gelince; ‘Allah’ın dışında hahamları ve rahipleri Rabler edindiler.’ dedi.” Ben, “Ey Allah’ın Rasûlü, bizler onları Rabler edinmiyorduk.” dedim. Rasûlullah buyurdu ki: “Aksine! Onlar size Allah’ın haram kıldıklarını helal, helal kıldıklarını da haram kılarken sizler onlara itaat etmiyor muydunuz.” Ben de, “Evet” dedim. Sonra şöyle buyurdu: “İşte bu, sizin onları Rab edinmenizdir.” (Sünen Tirmizi 3095 no’lu hadis)
Belki de bu hahamlar ve rahipler kendilerinde kanun koyma yetkisini sürekli olarak görmeyerek, sadece hayatın bazı alanlarında pratik olarak uyguluyorlardı. Ancak bugün yürürlükte olan parlamentolar tamamen bu yetkiyi kendilerinde görerek toplumları adına kanunlar çıkartıyorlar. Ve bu çıkardıkları kanunların Allah’ın koyduğu kanunlara ters düşüp düşmeyeceğini hiç hesaba katmıyorlar. Zaten yasaklar ve serbestlikler belirleme yetkisi parlamentoda yer alan parlamenterlerin başlıca görevlerindendir. Yani herhangi bir insan parlamento kubbesi altına girdiği andan itibaren kendisine, sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’a has bir yetki, yani haram ve helal belirleme yetkisi takdim ediliyor ve Demokrasi dininin esaslarına göre, sunduğu yasa ve önergeler hususunda saygıdeğer, vazifesi mukaddes ve zatı itibarı ile dokunulmazlığı olan bir Rab haline geliyor. Ve bu aciz olan insan parlamentonun kubbesi altında bulunduğu sürece asla yaptıklarından hesaba çekilmez.
İşte bu, İslam âlimlerinin şirk olduğu konusunda müttefik oldukları meselelerden bir tanesidir. Bu insan ister o kubbe altında kanun koysun veya koymasın, fark etmez. Çünkü Allah’ın koyduğu kanunlar dururken ona tamamen muhalif kanunlar çıkarmak bir şirk, kişinin kendisinde bu hakkı görmesi başka bir şirktir. Allah (azze ve celle) şöyle buyuruyor: “Yoksa onların, Allah’ın dininde yasaklamış olduğu bir şeyi meşrû kılacak ortakları mı vardır” (Şura, 21)
“Size bu hakkı kim verdi?” sorusuna cevap verebilirler mi acaba Demokrat İslamcılar? ‘Helaller sadece Allah’ın serbest bıraktıklarıdır, haramlar da yalnızca Allah’ın yasakladıklarıdır’ diyen İslam Dini ile bu hakkı tüm yönleri ile halka veren Demokrasi Dini’ni nasıl bir araya getirebildiler?! Vallahi bu yeni dinin davetçileri İslam maskesi ile insanları aldatıyorlar. Çünkü onlar konuşurken tamamen bir Müslüman gibi konuşuyorlar. Yürüdükleri yolu, sanki insanlara yol gösterici olarak gönderilen peygamberin yoluymuş gibi lanse ediyorlar. Ancak tüm bunlarla beraber, Allah (azze ve celle)‘nin en mukaddes hakkı olan helal ve haram belirleme yetkisini insanlara veriyorlar. Bunların misali, bir apartmanı bir tarafından bina ederken diğer tarafından harabeye çeviren kişinin misali gibidir. Bunlar, iman müessesini yerle bir eden ameller işlerken bir taraftan da, bu müesseseyi tesis ettiklerini iddia ediyorlar. Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: “Yoksa sizler insanlara iyiliği emrederken kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki kitabı okuyorsunuz. Yoksa akletmiyor musunuz?” (Bakara, 44)
Doğrusunu söylemek gerekirse, lafı fazla uzatmaya gerçekten gerek yok. Çünkü gerçekten din, Demokrat İslamcıların hâkim kılmaya çalıştıkları şekilde hâkim kılınsaydı, bunu herkesten önce peygamberler yapardı. Ve işleri gerçekten çok kolaylaşırdı. Ancak Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır: “Senden önceki peygamberler de yalanlandılar. Ancak tüm eziyetlere ve yalanlamaya rağmen sabrettiler. Sonunda onlara yardımımız ulaştı. Rabbinin sözünü kimse değiştiremez. Nitekim peygamberlerin haberleri sana ulaştı.” (En’âm, 34)
Bakın, Rabbimiz bir âyetinde şöyle buyuruyor: “Kesilirken Allah’ın adı ile kesilmeyen hayvanlardan yemeyin; çünkü bu bir günahtır. Şeytanlar da dostlarına sizinle cedelleşmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz müşriklerden olursunuz.” (En’âm, 121)
Tefsir âlimleri kitaplarında bu âyetin iniş sebebine dair şöyle buyuruyorlar:
“Kâfirler, Müslümanlar ile tartışmak ve onların kafalarında dinleri hakkında şüphe oluşturmak için Allah’ın haram kıldığı leş hayvan hakkında Müslümanlara gelip şöyle söylemişler: ‘Sizler, Allah’ın rızasını elde etmeye çalıştığınızı iddia ediyorsunuz. Ama Allah’ın öldürdüğü hayvanı haram kılıp, kendi elleriniz ile kestiklerinizi helal kılıyorsunuz.’ Sonra Allah (azze ve celle) bu ayeti indiriyor: “Eğer onlara itaat ederseniz (Yani artık leş hayvanları bu şüphe sebebi ile helal kılarsanız) müşriklerden olursunuz.” “(Ebu Davud, İbnu Mace, Tabarani, Nehhas, Beyhaki İbnu Abbastan rivayet etmiştir.)
Bu, o zamanın müşriklerinin sahabenin kafasını karıştırmak ve onları dinleri konusunda tereddüde düşürmek için attıkları bir şüphe. Buna karşın belki de günümüz çağdaşlarının önemsiz addedecekleri bu meselede Allah (azze ve celle) peygamberin ashabına bu üslûp ile cevap veriyor. Yani, eğer onlara itaat edip leş hayvanlarını helal kılarsanız müşriklerden olursunuz.
Hâl böyle iken tamamen helal ve haram kılmak için kurulan ve anayasaya aykırı olmamak kaydı ile istediği herhangi bir şeyi serbest bırakmaya veya yasaklamaya kadir olan bu parlamentoların hâli ve onlara bu konuda destek çıkanların hâli nasıldır, varın siz düşünün.
Hatta bu parlamenterler Allah’ın Dini’nde haram olan bir şeyi serbest kılarken veya helal olan bir şeyi yasaklarken herhangi bir sebebe ihtiyaç duymazlar. Bu hususta, onlar için yasakladıkları veya serbest bıraktıkları şeyin maslahat adı altında yapılması yeterlidir. Parlamenterler, insanların nefsanî istek ve arzularını toplumun menfaati başlıklı önergelerle parlamentoya sunarak onların hayatlarını şekillendiren kanunlar koyarlar. Örneğin, Allah’a ve Rasûlü’ne savaş açmak manasına gelen faiz, ekonomik sebeplerden dolayı serbestleştirildi. Zina ve ahlaksızlık kişisel özgürlükler başlığı altında meşrûlaştırıldı. Alkollü içecekler ve meyhaneler turizm ve müreffehlik adı altında mubah kılındı.
Mesela, bizler kesin olarak biliyoruz ki İslam Dini’nin koyduğu yasalar çerçevesinde alkollü içecekler kat’î haramlardandır. Herhangi bir milletvekili ülkenin çökmüş olan finansının canlanması için veya turizm piyasasına can vermek için kısa bir süreliğine alkollü içeceklerin satışının serbest bırakılması için parlamentoya bir önerge sunmak istese bu önerge asla garip karşılanmaz. Bu büyük ekonomik projenin yürürlüğe girmesi için diğer milletvekillerinin onayı yeterlidir. Ne zaman ki parlamentodaki çoğunluk bu önergeyi onayladı, işte o zaman içkinin tüketimi ve ticareti mubah olur ve kimse bu karara itiraz edemez.
Ve artık durum öyle bir hâl aldı ki, ülkemizdeki eşcinseller yaptıkları fiil sebebi ile ayıplanmamak için meclise önergeler sunmaya başladılar. Ve kendileri için korunma ve fiilleri için bir dokunulmazlık talep ediyorlar. Bu saydıklarımızın yasaklanması veya serbest bırakılması tamamen parlamentonun haklarındandır. Parlamentodaki Rabler kendilerine sunulan önergeler konusunda fikir alışverişinde bulunduktan sonra dilediklerini yasaklarlar, dilediklerini de serbest bırakırlar. Ve Rabler Meclisi’nden çıkacak olan karara bütün vatandaşların itibar etmesi ve saygı duyması beklenir. Herhangi birisi İslam Dini’nin kırmızı çizgilerine tecavüz eden bu kanunlara itiraz ederse kendisi hakkında soruşturma başlatılıp cezalandırılır.
Demokrasi Dini ile yönetilen ülkelerde herhangi bir şeyin meşrû kılınması veya yasaklanması için sadece tek bir şart vardır. O da; o şeyin Rabler Meclisi’nin kubbesi altında bulunan parlamenterler tarafından onaylanması. Koydukları kanunun İslam Dini ile çatışması hiç önemli değildir. Zira Rabler Meclisi’ndeki parlamenterlerin rububiyyeti Demokrasi Dini’nde Allah (azze ve celle)‘nin rububiyyetinden önce gelir. Ve o mecliste bulunan Rabler Demokrasi Dini’nin nazarında âlemlerin Rabbinden daha yüce ve daha değerlidir.
İslam Dini’nde bir şeyin hak veya batıl, haram veya helal olduğuna karar vermek için yine İslam Dini’nden olan mercilere başvurulur. Bu merciler ise; Kur’an, Sünnet, icma ve var olan delillere kıyas yapabilme yetkisine sahip olan âlimlerin yapacağı kıyas. Bu gibi vasıflar akılla, zevkle ve istekle sabit olmaz. Soyut bir tecrübe veya derin bir deneyim de bu konuda söz sahibi değildir. Çünkü herhangi bir şeyi bu saydığımız vasıflar ile vasıflamak tamamen Rabbani bir haktır. Herhangi bir taifenin mesleğinin siyaset olması veya ırkının Arap veya Âcem olması veya bu taifenin çoğunluğu oluşturması onlara bu hakkı kazandırmaz. Eğer şeriat bir şeye hak veya batıl demiş ise tüm insanlar ve cinler toplansa da onun hak olduğu gerçeğini değiştiremezler. Bu, İslam Dini’nin onaylamış olduğu, Müslümanların da yakinen iman etmesi bir gerçektir.
Ancak Demokrasi Dini’nde bir şeyin hak veya batıl olması, güzel veya çirkin olması, ilericilik veya gericilik diye vasıflanması tamamen Rabler Meclisi’ndeki çoğunluğa kalmıştır. Ve o mecliste çıkan herhangi bir kanun meşrûiyetini çoğunluğun kararı ile kazanmaktadır. Ancak buradaki başka bir problem; bu kanun çıkarken parlamentoda bulunan herkesin ismi ile çıkmasıdır. Yani parlamentoda çıkarılacak olan kanuna onay vermeyen insanlar bile kanun onaylandıktan sonra onay vermişler sayılır. Bu konuda herhangi bir önergenin kanunlaştırılması en azından 3 aşamadan geçer:
- aşama; Önerge, Rabler Meclisi’ne sunulur ve tartışmaya açılır. Ve bu önerge sunulurken gözetilmesi gereken tek kural, sunulan önergenin Demokrasi Dini’nin kırmızı çizgilerine tecavüz etmemesi.
- aşama; İşte bu bizim şu anda bahsetmiş olduğumuz aşamadır. O da bu yasa üzerinde oylama yapılması. Parlamenterlerin görüş alışverişi yaparak öneri ve düzeltmelerini sunduğu aşamadır. Önerge arz edildikten sonra oylamaya alınır. Herkes önergeye kendi penceresinden bakar. Dileyen itiraz eder, dileyen kabul eder; kimileri önergenin düzenlenmesini talep eder. Kimileri de bu konuda kararsız kalırlar. Eğer önerge çoğunluk tarafından onaylanırsa, yasa olmaya doğru yol alır.
- aşama; Bu aşamada bu yasanın direkt olarak ya da devlet başkanının onayı ile kanunlaştırılması. Ancak bu önerge yasa olarak mecliste onaylandığı zaman çoğunluğun adı ile değil, parlamentonun tamamının adı ile kanunlaştırılıyor. Örneğin; Herhangi bir parlamenter Demokrasi Dini’nin kırmızı çizgilerine tecavüz etmeden hemcinslerin evliliği için bir yasa tasarısı önerse, o vakit parlamenterler bunun kabulü veya reddi için tartışmaya başlarlar. Her birisi fikrini belirtir. Herkes fikrini belirttikten sonra onaylayanlar çoğunluk mu azınlık mı bakılır. Eğer ki onaylayanlar onaylamayanlardan ve sessiz kalanlardan çok olursa, o vakit artık erkeklerin erkekler ile evlenebilmeleri çoğunluk tarafından kabul edilen bir yasa değil, parlamento tarafından kabul edilen bir yasa olarak kabul edilir. Resmî itiraz, önerge önerildiği zaman geçerlidir. Ancak önerge kabul gördükten sonra hiç kimse Rabler Meclisi’nin koyduğu bu kanuna itiraz edemez. Bu da İslamcı milletvekillerin içine düştükleri en rezil bataklıklardan sadece bir tanesidir. Ancak insanlarımızın çoğu bunu idrak edemiyorlar ve İslamcıların o meclislerde söz sahibi olmalarını sadece kötünün iyisi olarak yorumluyorlar.
Bu nedenle kitabımızın başında zikrettiğimiz gibi, eğer ki parlamento İslam şeriatının tatbik edilmesini önerirse ve bu önerge kabul görürse, bu İslam şeriatı olmaz. Çünkü İslam Dini’ne göre, İslam şeriatı önerilmeye açık bir yasa tasarısı değildir. İslam şeriatı, kendisini İslam’a nisbet eden insanların hayatlarını kendisi ile tanzim etmeleri gereken bir hayat nizamıdır. Zira parlamentonun tatbik edeceği şeriat nizamı, parlamenterler değiştiği zaman değişmeye mahkûm bir şeriat olacaktır. Çünkü şeriatı parlamento yolu ile hakim kılan parlamenterler, parlamentoda bulunan çoğunluğun onayı ile şeriatı hâkim kılmış olacaklar. Ve gün geldiğinde başka bir çoğunluk bundan hoşnut olmayıp başka bir ideoloji ile yönetilmek istediğinde bu düzen yıkılıp yerine belki de İslam’a taban tabana zıt olan bir düzen kurulacak. Ve o mecliste bulunan İslamcıların itirazı itirazdan öteye geçmeyecektir.
Doğrusu, unutmamamız gereken çok önemli bir husus var. O da; İslam dini asla çoğunluğa bir ayrıcalık tanımamıştır. Hatta Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman çoğunluğun genelde yerildiğini göreceğiz. Örneğin, “Sen çok arzu etsen de insanların çoğu iman etmezler.” (Yusuf, 103) âyetinde olduğu gibi.
Başka bir ayette; “Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler” (Yusuf, 106)
Ayrıca şöyle buyuruyor: “Eğer sen yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Zira onlar zanna tabi oluyorlar ve yalan söyleyip duruyorlar.” (En’am, 116)
Ayrıca şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki Biz, bu Kur’an’da her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.” (İsra, 89) Bu konuda varid olan âyetler gerçekten çoktur.
Peki, asrımızda çoğunluğun mizanını düzgün bir mizan, doğru bir tercih, yerinde kanunlar koyan ve adaletli bir hâkim kılan nedir? “Yoksa sizin kâfirleriniz onlarınkinden daha mı hayırlı yoksa sizin için kutsal kitaplarda zikredilen bir beraat mi vardır?” (Kamer, 43)
İşte böyle! Doğrusu bu yeni dinin gerçek yüzünü Müslümanlara göstermek için birçok düşünür ve ilim adamı yazdı, çizdi. Bizim bu mütevazı risalede açıklamaya çalıştığımız şey, Demokrasi Dininin İslam Dinine taban tabana zıt olduğudur. Ta ki insanlarımız, birçoğunun konuşurken ballandırdığı bu musibetin ne derece tehlikeli olduğunu anlasınlar. Zira bu konuda yapılacak bir hata Müslümanın elindeki en değerli şey olan dini konusunda çok ölümcül olabilir. Böylece kişi dünyasını da ahiretini de harap eder. Rabbim, sizleri de bizleri de şirkin her türlüsünden beri olan ve hanif din olan İslam Dini üzere can veren kullarından eylesin.
Allah’a hamd ve Rasûlü Muhammed’e salât ve selam olsun. Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.”
Hazırlayan : Serhat Yıldız
Fetih Medya
<*Yayınlanan yazılar yazarlarımız sorumluluğu altındadır.